Tarih bir kapı açtı…
İçeri önce gazete girdi, sonra roman, sonra tiyatro…
Ve biz kadınlar, ilk kez adımızla değilse de, acımızla edebiyatın içine alındık.
Tanzimat dönemi edebiyatı, Batı’dan esen bir rüzgârdı.
Ama bu rüzgâr serinletmek için değil, savurmak içindi.
Bir milletin diliyle, duygusuyla, benliğiyle sınandı bu yeni kelimeler.
Ben bir kadın olarak bu döneme baktığımda, en çok da kalemin şaşkınlığını görürüm.
Çünkü bu kalem, ya “Batı”yı yazmak istiyordu ya “Doğu”yu savunmak.
Ama hiçbiri “biz” gibi yazmıyordu.
İlk romanlar yazıldı bu dönemde…
Ama o romanlardaki kadınlar ne bizdendi ne biz gibiydi.
Namık Kemal’in İntibah’ındaki Mahpeyker, düşmüş bir kadının günahıyla cezalandırılırken;
Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sinde, kadının adı “evin süsü” olarak geçiyordu.
Kadınlar ya bir dersin bahanesiydi ya da bir ahlâkın temsili.
Oysa Fatma Aliye’nin kaleminde durum değişmeye başladı.
Udi’de Bedia, eline udunu alıp hayatını kendi emeğiyle kazanan bir kadındı —
toplumun kalıplarını kırmasa da onlara baş eğmeyen bir figürdü.
Fatma Aliye’nin kadınları “susmayan” ama “sessizce direnen” kadınlardı.
Birer arayıştılar: hem kendilerini hem de seslerini bulmanın arayışı.
Kadın ilk kez yazı içinde vardı, ama çoğunlukla ya masum kurbandı ya kötülüğün timsali.
Gerçek bir kadın değil, bir erkek kaleminin aynasındaki silüetti.
Ama bu dönemde bir şey oldu…
Kadın artık yazılan değil, yazan olmaya başladı.
Fatma Aliye, Emine Semiye, Nigâr Hanım…
Kalemi eline alan kadın artık kendini anlatmaya başladı.
Nigâr Hanım’ın şiirlerinde, bir salon hanımefendisinin zarafetiyle beraber
gizli bir hüzün, bir yalnızlık yankılanır.
Ve o anlatımda süs değil, sızı vardı.
Kadınlar artık başkalarının hikâyesi değil, kendi hikâyesinin yazarıydı.
Servet-i Fünun dönemine geldiğimizde ise edebiyat,
artık saray odalarına değil; melankolinin, içe dönüklüğün, bireysel sancıların içine sıkıştı.
Tevfik Fikret’in dizelerinde bir babanın evlat sevgisini okurken,
(Haluk’un Defteri’nde olduğu gibi),
Halit Ziya’nın romanlarında ise mutsuz evliliklerin,
içi boş aşkların kadın kahramanlarına rastladık.
Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil’in hayalleriyle birlikte
hayal kırıklıklarını taşıyan kadınlar,
aslında birer “duygu dekoru” gibiydiler.
Bir Aşk-ı Memnu’daki Bihter, tutkularının esiri bir kadın olarak yazıldı —
ama o satırlarda aynı zamanda bir kadının var olma çığlığı da gizliydi.
Ama hepsinde ortak bir şey vardı:
Kadın hâlâ bir hikâye unsuruydu…
Kimi zaman güçlüydü ama susturulmuş,
kimi zaman aşkla doluydu ama anlaşılmamış…
Ve işte ben o satırlarda,
bir kadın olarak hep “bir boşluğu” hissettim.
Adımız yazılmıştı ama sesimiz henüz yankılanmamıştı.











