Simge ERCİYAS

Savaşlarla Vandalizm ve Yurt’ta Sulh, Cihan’da Sulh ilkesine bakış

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Öncelikle ‘‘Vandal Dönencesile’’ bu yüzyıla nasıl geldik anlamak için anlamlandırmak gerekir.

Anlamlandırmak için ise biraz geçmişe yolculukla günümüze gelelim isterim.

Kavimler göçü olarak bilinen ve biner yıllık, dört etap kuralına bağlı gelişen dönenceyi hepimiz en az bir kez duymuşuzdur. Bu dönencenin yeniden devrede olduğunu düşünerek günümüze bakmak iyi bir analiz çıkaracaktır.

Özellikle günümüz savaşlarını düşünürsek, olayların bu zihniyetle yaşandığını söylemek zor olmaz ki zaten vandal döngüsü kavimler göçünün bir yansıması olduğu gibi yağma ve talanda bu durumun ganimetidir. (Türk eserlerinin tüm Dünyada yağmalanarak yok edilmesi, Ermeni vandallığı ile günümüz eserlerinin saptırılarak kendilerine mal edilmesi, Pkk Kürtçülüğü kültürü yaratarak tarihin saptırılması ve Mısır’ın/İstanbul’un yağmalanması hatta Afganistan’ın tarihi eserleri yağmalaması, gelecek nesil şuurunun yok edilmesi adına eskiden günümüze gelen en iyi örneklerdir.)  

Adı Vandalizm olarak anılacak Kavimler göçünün başladığı tarih M.S.374.

Türk’lerin Avrupa’ya hâkim olmasından etkilenen Doğu Cermenlerin coğrafyada sıkışmasıyla, göçün ilk aşaması başlamış oldu. Zaten askeri talan kültürüne sahip olan coğrafyanın ataları olan Cermenler, Anadolu’ya ait tarihi eserleri hatta olan hazinesini yağmalayarak kirli bir tarihe özne olarak adını yazdırmış oldu.

476 yılında siyasi olarak zayıflamış ve ahlaki olarak yozlaşmaya başlamış olan Batı Roma’nın büyük kısmı ‘‘Türk’lerin’’ kıtaya gelişile Türk yönetimine geçti. Türk’ler hâkim oldukları bölgelere hukuki ve disiplinli bir yönetim ile düzen kurmaya geçtikleri dönemde, kavimler göçüde son haddine ulaşmış oldu. M.S. 553 yılına gelindiğinde Tunus’ta imparatorluk kuran ve bu seferde Doğu Roma’yı yağmalayan Cermenler ise yönetimde Bizans’a yardım eden Türk ordusuyla yeniden bozguna uğratıldı.

Bu başarıların ve korumanın ardından 533 yılında başlayan Türk- Bizans ilişkileri, 574 yıllarında ortak yönetim şiarıyla birleştirildi. İyi ilişkileri 1453 yılına kadar devam etmiş olsa da ‘‘o tarihte’’ Türk’ler yönetimi tek başına ele alarak Doğu Romayı’da kendi yönetimi altına aldı.

1453 yılında Türk’lerin başarısile coğrafyada tam hakimiyet kurulmuş olsa da yıl 1500’lere gelindiğinde Türk yönetimini yıkmak için İngilizlerin Hilafeti dayatmasıyla ezelden beri laik olan Türk’lerin itirazı, haksız edinimlerle saray yönetiminden uzaklaştırılmalarına sebep oldu. Türk’lerin adaletine inanan ve güvenen ülkelerin Osmanlı adı altında Batılı ve Doğulu Emevî zihniyetlerle ortaklaşa sömürülmesi ve ganimet olarak yağmalanması süreci, tarihi 1900’lü yılların gerçeğine getirdi. 1500/1900 yılları arasında ki döneme de Türk tarihi ve kültürü vandallığı (tarihten silinmeye çalışılması) diyebiliriz.

Elbette Türk’ler 1923’te Yeni akım Modern TÜRKİYE Cumhuriyetile daha güçlü olarak tarihte hak ettiği yeri yeniden almış, çarpıtılmış ve karartılmış tarihini tekrar düzenlemeye başlamışlardır.

Siyasi savaş tarihlerinde hâkim olunan bölgeye girerken ve çıkarken yağmalamak/karartmak/çalmak/silmek olarak ta bilinen ve Cermenlerin (Avrupa’nın genel halkları) yağmacı tavırlarındaki o yüzyıl politikalarına Vandal Politikaları dendi. Vandalların, tarih ve kültürlere ait tüm alanlarda, var olan bilgiyi bozmak amacile ve kasıtlı olarak içerik ekleme/silme/değişiklik yaparak yağma etme eylemine ise Vandalizm dendi. Bu tanımlar ışığında 1800’lü yılları günümüze kadar süreci takip ederseniz aynı vandalizm kurallarının (eğitime ve yönetime el koymak) halile hala uygulandıklarını görebilirsiniz. Hatta modern halile kültürü kasıtlı yok etme/yok sayma/yozlaşmaya dayalı kimliksizleştirme meselelerinde de görmeniz olası. Yani onların asıl silahı gittikleri yerin kültürünü yok ederek unutturma ve kendi olmayan kültürsüzlüklerini yaymak üzerine kuruludur. Türk’ler asla bu yok etme sistemine ait olmamış ve olanlara karşı savaşarak, olanı koruma altına almış bir bilinçtir. Siyahın karşısında durabilen tek bilinç Türk Bilincidir. Yani insanlık Türk’e düşmanlık ederek aslında kendine düşmanlık etmektedir.

Peki, bu SAMSARAdan çıkmak için, tarihte aranması gereken ne olmalı?

Öncelikle, temelde yatan hesaplaşma norm haline gelmişse ve olağanüstü hâl koşulları bu geçici uygulamadan çıkamayıp, yani bozup üzerine yapılanma haline hatta temelde yönetme ve hükmetme tekniği halini normalleştirmişse; bu duruma artık küresel iç savaş demek yerinde olacaktır. Soruna eski kurumsal revizyonlar ile çözüm aramak, krizin daha da derinleşmesine ve özünde her duraksama sistemin ölüm makinasına dönmesine sebep olur/olacaktır. Yani eskinin feodal yapısının, demokrasi çığırtkanlığının çözüm olmamasına rağmen, aynı politikaların sürdürülmesinde ısrarı edilmesi, biyopolitikanın yeryüzündeki tahakkümünün daha da güçlenmesine yol açar/açacaktır. Bu hesaplaşma, kendilerinde dahi olmayan demokrasi hileleri ile saltanatlarını korumak için demokratik olmayan yollara nasıl ve hangi sınırlar içinde başvurabileceği meselesidir. Olağanüstü hallerin daimî hale gelmesi, bir demokrasi çıkmazıdır.

Bugün; Orta Doğuya dayatılan meselenin kurumsal düzeni yani feodaliteye dayalı demokrasinin yüzyıllar önce Fransa’da denenmiş ve sonrasında milliyetçilik akımı ile işin içinden çıkılmıştır. Tabi feodalite karmaşasının, nerede işe yarayacağı da çok açık bir hal almıştır. ‘Orta Doğuda’ demokrasi adı altında dayatılan feodal yapı neticesinde, bölgenin parçalanmaya sebep olacağını, kendi tarihlerinden bilenler, genişletilmiş büyük orta doğu projesi ile ABD’yi de harita içine aldılar.

21 Eylül’de Twitter’da yazdığım bir yazıyı da ibretlik olarak bu yazıma eklemek isterim.

Lübnan bugüne nasıl geldi? Gerçi konu 1600’lü yıllara dayansa da o günlerden bugüne Fransızların ülkeye Anayasa dayatmasıyla sistemin nasıl çökertildiğini anlamak için iyi bir dip not olacaktır.

‘‘Demokratik Lübnan yönetimi: Demokratik yönetim nedir? Lübnan’ın da çok kültürlü anayasası Fransızların bölgede hegemonya kurması için getirilmiştir. Etnik gruplara göre ve ardından dinlere göre sonra da mezheplere göre ayrılmasına sebep olan ülke politikası elbette bugünlere hazırlık içindi. Şu anda ülke işgal edilse ordunun hareket kabiliyeti yok edilmiş desek haksız çıkmayız’’ dedik ve ne yazık ki haksız çıkmadık ve gelinen durum ortada…Aynı sistem bugün Irak, Mısır, Hindistan, Afrika, Suriye, Kıbrıs bölgesi içinde yapılmakta. Tabi İran içinde hazırlıklar yapıldı ve tabi Türkiye’ye Anayasa dayatan ‘Almanya destekli -İsrail güdümlü’ BM pkk politikalarını da hepimiz biliyoruz.

Sonuçta, ulusalcılıktan çıkan sistemler ya da ulusalcılığı benimsemeyecek olanlar yok olmaya ve kavim/aşiret/sülale kültürü ile yaşamaya ya da üç milyonluk yok hükmünde sömürülen şehir devletleri olmaya ve hatta ülkelerinin ölüm ve göç ile boşaltılmasına mahkûm kalırlar/kalacaklardır.

Peki Türkiye için çözüm ne olmalı?

Elbette samsaraya dönen Vandal döngüsünü kabullenmek değil. Kavimler göçü dayatması ile gelen akıma, Türkiye topraklarını açmak yerine herkesin, kendi topraklarında dönüşen, ilerleyen ve yenilikçi sistemi savunan Türk misyonunu, uluslararası siyasete kabullendirmek ve bu bilinçte yaratım gerçekleştirmek gerekmektedir.

Bu nasıl bir politika ile olmalıdır?

Gelelim Nutuk gibi Düşün fikrimize.

Bu durumlar karşısında Atatürk diyor ki;

1. Öncelik Türk dış politikasında ülkenin tam bağımsızlığının sağlanması ve sürdürülmesi ana esastır.

2. Öncelikle Türkiye’nin güvenliğini esas alarak hiçbir ulusun karşısında olmayan barışçı bir tutum ve ulusal bir siyaset izlenecektir.

Bu ilke “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.” İlkesi ile var edilmiştir.

Atatürk’e göre, “Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne denmemelidir. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla siyasi alanda alakadar olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lazımdır.”

3. ‘‘Sömürgecilik ve emperyalizm’’ uluslararası ahenk ve iş birliğine zarar vermektedir. Onların sonu er geç geldiğinde yeni bir ahenk ve iş birliği çağı hâkim olacaktır.’’

Öğretiyi (Nutuk) anlamak ve çalışmak gereklidir.

Türk milletinin binlerce yıldır misyonu olan ve yine yüz yıl önce ağır bedeller ile yinelediği, şahsi Tarihi deneyimi ve Türk bilgeliğinin göstergesi olan ANAYASAmız, dünyaya beyan niteliğindedir ve ulusal alanda kabul görmüştür. Bizim yapmamız gereken ise sadece, bize işaret edilen ve ödev olarak bırakılan kültürel töremizi savunmak ve yaymaktır. Bu en doğal ve dahi en belirgin, kabul görmüş yasal hakkımızdır. Türk milleti bu hakkını KORKMAdan almaktan ve yaymaktan asla geri durmamalıdır/durmayacaktır.

Elbette bunu, akılcı siyasal ilişkiler ve ekonomik ve askeri güç ekseninde yapılandırarak, uygun coğrafyalarda siyasi iktidarlar kurmak koşulu ile yapmak mümkün. Herkesin sandığı üzere askeri alanda taarruz müdahalesi, yeni yönetim şeklimizde yoktur. Taarruz politikamız ekseriyette siyasete taşınmıştır ve bu siyasi akıl olmadan Türkiye’de bilinen gerçek olan ve hatta ödev ve görev olarak Türk siyasetine ve vatandaşlarına bırakılan ‘‘Yurt’ta sulh Cihan’da Sulh’’ ilkesi ile gerçekleştirilmelidir.

Bunu yaparken elbette çok önemli olan bir ayrıntıyı da yani sosyolojik gerçekleri de göz ardı etmemeliyiz. Bunlar Orta Doğu’da yüzyıllardır süregelen, dinler arasındaki ayrım, ırk olarak bizden değilsen, dinimiz size hak değil faşizmi, kuzenlerin bitmek bilmeyen alan münakaşası gibi Doğunun ve Batının bir türlü işin içinden çıkamadığı eski dünya anlayışından doğmaktadır. Ve günümüze kadar konu coğrafi savaşlara evrilmiştir. Yirmi birinci yüzyılda hala aynı olayların, aynı coğrafyalarda, aynı şeklile oluyor olmasına tanık olmak, onlar adına aşağılayıcı bir durumdur. Ve hala Türk coğrafyasında/coğrafyalarında bu zihniyete hizmet edenlerin olması da halledilmesi gereken başka bir konudur.

Müslümanlar ve Yahudi kuzenler arasında ki ayrım, Hristiyan kuzenler ile hafifletilmeye çalışılsa da sonuca varılamamış olduğu açıktır. Bu mantıkta sistem, kendi içinde kaotik bir güdüm ile bugüne ulaşmıştır. Özünde sömürücü Hristiyanlar, saray Yahudileri, ganimetçi Emevî Arapları mantıkta Anglikan ve Mısır firavun sistemini devam ettirmektedirler. Siyon dağlı Museviler, Hazar Türk’leri ve Protestanlar ise diğer tarafta yani Amerika’daki Püritenler yine evanjelist ama seküler gruptadır. Ortak nokta ise, İbrahim’in torunu İsrail ve onun oğlu Yahuda’nın arasında devletçi olmayan halkçı yaklaşımlara dayanan ama beceremedikleri siyasallaşmış ve gerçek amacı çok uzun zaman önce unutulmuş ya da hiç anlaşılamamış eylemlerdir.

Elbette, çevre ülkeler ile ekonomik koridor konusunda Türk’ler ile Asya ve Afrika kıtasını da içine alarak anlaşma sağlanabilir ise daha etkin çözümler oluşabilir.

 1923-38 döneminde Türk Dış Politikası bu temel ilkeler çerçevesinde şekillenmişti. Türk aklile var edilen dış siyasetimizin amacı Atatürk tarafından şöyle açıklanmıştır:

 “Hiç kimsenin hakkına el uzatmak istemediğimiz gibi başkalarının da yaşama ve bağımsızlık hakkımıza saygı gösterilmesinden başka bir isteğimiz yoktur. Ulusal sınırlarımız içinde yabancıların işlerimize el sokmalarından uzak olarak her uygar ulus gibi özgür yaşamaktan başka bir amacı olmayan Türk ulusunun bu yasal hakkı sonunda insanlık ve uygarlık dünyasınca kabul edilecektir. Meclisimiz ve meclisimizin hükûmeti savaş ve serüven düşkünü olmaktan uzaktır. Tersine, barışı ve esenliği yeğler. Özellikle insancıl ve uygar ülkelerinin gerçekleşmesinden yanadırlar. İşte bu ilkeler doğrultusunda gerek Doğu gerek Batı dünyasıyla iyi ilişkiler ve dostluk bağları ararlar.”

 Atamızın bahsettiği yüz yıla kalmaz dediği zamana hazır olmak, bizler için elbette mümkün.  

İnanıyorum ki, Türkiye üçüncü! kavimler göçünden de sağlam çıkacak ve tarih yine yeniden Türk bilincinden umut ve utku ile ayağa kalkacaktır. Tabi burada biz Türk’lere düşen ve tarihte hiç yapılmamış başka bir yapılanmayı da var etmesi gerekecektir. Bu sistemi de yine ve sadece Türk’ler bilmektedir.

Tarihte de hep akıl tarafında olan, Tanrının orduları olarak adlandırılan Türk’ler, yine savaşın karar vericisi ve son bulmasına sebep dayanaklar ortaya koyan, hak ettiği zekâ ile tarihte yerini alacak olanlar olacaktır. Bu vandallık bu yüzyıl son bulacak ve barış İlkemiz sonsuza dek yaşayacaktır.

‘Tanrı, tüm çocuklarını sever ve Tarih, savaşın kazananı olmaz der.’

 Belki Hakkın başka planı vardır. Kim bilir…!

‘‘Biz niceliği anladık, onlar nitelikten haber verecek olanlardır’’ diyen biri çıkar elbet.

Fikirde, düşüncede, eylemde, yaşamda, çalışırken, hayatta, aile-vatan -millet derken dahi ilkelerinde Atalarımız kadar yalnız, net ve devşirilemez olmak, Tanrı’nın yalnızlığını iliklerimize kadar hissetmek ne ondan ne bundan, yalnız Tanrı’dan yana, evrensel bilgelikte var olmak, Türk olmaktır diyerek…

 Yazımı Atamızın iki sözüyle sonlandırmak isterim:

 Atatürk diyor ki:

‘‘Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır.’’

‘‘Kudretsiz beyinler, zayıf gözler gerçeği kolaylıkla görmezler. O gibiler, büyük Türk Milleti’nin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat zaman bütün gerçekleri, en geri olanlara dahi anlatacaktır.’’

Onurlu Türk milletimizin yüksek şuuruna saygılarımla;

Simge ERCİYAS

Savaşlarla Vandalizm ve Yurt’ta Sulh, Cihan’da Sulh ilkesine bakış

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Börü Budun Dergisi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!