‘‘İstanbul’un işgal yıllarını (1918-1923) niye kimse yazamıyor? Çünkü utanıyorlar. İstanbul işgalinde Müslüman Hint ve Senegal askerlerinin girmedikleri ev yapmadıkları rezalet kalmadı! Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul’u gerçekti.
Unutulmaması gereken; Lozan’da Hilafet, İstanbul’da kalmalı diyen İngilizlerdi. Hilafet İstanbul’dan kalkarsa, Hindistan ayaklanır diye panik yapan Hindistan genel Valisi, Hilafetin mutlaka İstanbul’da kalmasını istediği için, Londra’yı telgraf yağmuruna tutmuştur. Nitekim Atatürk Hilafeti kaldırdı. Hintliler ayaklandı. Hindistan’daki İngiliz işgali bitti. Zaten, Osmanlı da cihat ilan etti. Herkes İngiliz aşığı Şerif Hüseyin’e koştu. Oysa II. Abdülhamid Araplar için dünyanın yatırımını yapmıştı “Anadolu’ya tek bir çivi çakmadan.” Demek ki, din kardeşliği ümmetçilik hikâyeymiş, kimseye güven olmazmış.’’ Murat Bardakçı.
Eh, Hoca haklı.
O son yirmi yıl cahil evanjelist ve faşist dünyayı dağıtmak için denizleri doyuracak kadar kanını döken, candan öte can veren özgür, hür, egemen ve (tüm olumsuzluklara ve düşmanlarına rağmen) merhametli, evrensel Türkler ve O cehennem bekçileri arasında yaşandı bu savaşlar.
‘‘Kendinden aşağıya bakıp ta kafasına hayran olan insan, gözlerini kendinden yukarıya ‘geçmiş yüz yıllara’ kaldırmalıdır. O zaman yüzlerce dehanın altında kalacak ve burnu kırılacaktır.’ demiş Montaigne.
Biz yine de yukarı bakalım ama bir konuyu da artık kabul edelim.
Kimseyi dinine kabul etmeyen – Yahudi ve Arap’ı da haklı bulmayalım mı artık kardeşim?
Sonuçta kitap kendilerinin, bizim ne haddimize ne yapacaklarını ya da nasıl yaşayacaklarını söylemek ve uğraş vermek. Onlar seçimlerini yapmış. Baba-oğul, dede bir din ahlakıdır götürüyorlar.
Elleşmeden, ilişmeden işimize bakmak ve yüzyılların çürümüş savaş konusunu geride bırakmak gerekmez mi?
İslam’ın temsilciliğinin kültürlere ait bir olgu olmadığını artık anlatamayız. Arap, Yahudi ve Hristiyanlığın dayatmalarına öğreti misyonerliği ya da yorum doktrini olarak bakmayı ve bu mana da tavır almayı düşünmeye başlasak ‘’bizler için’’ iyi olmaz mı?
Onlar binlerce yıldır kısır döngüsünde boğuşa dursun; bizler haklı ve şanlı Anayasanız ile dünyanın aklını başından alacağımız Türk bilincile inkılap yolculuğumuza çıkmamalı mıyız artık?
Bizler evrensel tanımda en iyi yasayı ve yönetim biçimini her devirde en yeni ve hak olunanı kurgulayan, koruyan ve kollayanlarız. Kimse Türk Anayasasını kendi ülkesinde var etmeye cesaret dahi edemezken, ulaşamadıkları değerleri kendi seviyelerine indirmek için var güçlerile savaşmaya devam edeceklerdir. Yani bizler için risk asla son bulmayacaktır. Dünyayı şekillendiren gerek asker oluşumuz ile gerekse devlet aklımız ile tüm Avrupa ve orta doğuya strateji yazdıranlar olarak, kendi yolculuğumuzun tadına varma zamanı geldi geçiyor. Onlar sadece biz olmak istiyorlar. Bize ait değeri, kendilerininmiş gibi gösterip, saltanatlarını garantilemek ve bizim uzlaşmacı kimliğimizin tüm getirilerinden nemalanmak istemekteler. Onlar yıkmak için yaşarlar ve bunun adına misyonerlik yaparlar. Hatta bizim ülkemizde bize karşı türlü entrikalara da başvururlar. Bu durum sonsuza kadar devam edecektir. Ne onlar yanlış olmaktan ne de biz doğru olmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Bu iyi ile kötünün savaşı.
Onlar bizi tanıyorlar ve biliyorlar.
Peki biz ne zaman biz olmanın ne denli muhteşem bir bilinç olduğunu anlayacağız?
Onlar biz yokken hiç kimseler. Türk’ün kapsayıcı evrensel bilincini yok etmek için Osmanlı’da 1500/1900 arası ve ülkemizde 1939’lardan bu yana, maşalı Truva atı gibi içimizdeler, meclisteler, adliyede ve askeriyedeler. Uyanık ve mutlak bilinç ortamında olmalı ve kuruluş mantığımızda ki davayı iyi anlamalıyız.
Son olarak güzel kardeşim; seninle siyaset üstü bir ilkede buluşacak isek gel bu sözü ezber edelim.
Türk’e Devrimci, İnkılapçı Türk gerek.
Ardı arkası karanlık olana ne gerek.
Dön önüne bak, adı nesli şanlı yiğit.
Sana kendi yazgın gerek.
Simge Erciyas