Tarih dediğimiz şey, çoğu zaman bir milletin yön değiştirmesidir.
Ama bu yön, sadece haritada değişmez…
Sözde değişir, seste değişir, gönülde değişir.
Ve biz Türkler için bu büyük değişimin adı İslam’dır.
Göğe bakan gözler artık kıbleye dönmüştür.
Kılıç kadar kalem de keskinleşmiştir.
Ama o kalem bu kez taşları değil, satırları yarar; gönülleri de.
Bir kadın olarak ben bu döneme bakınca yalnızca “din değiştiren” bir millet değil;
anlamın, kelimenin, hatta duygunun yön değiştirdiği bir çağı görürüm.
Artık eski destanlar susmuş, yerine “besmele” ile başlayan yazılar gelmiştir.
Ve her kelimede, her harfte o yeni inancın nefesi vardır.
Orhun Yazıtları’ndaki sert, buyurgan ses;
“Türk budun yok bolmazun tiyin…”
artık yerini dua gibi akan cümlelere bırakır.
Kalem, taşa değil — kâğıda; emir değil — hikmete yazmaya başlar.
Kutadgu Bilig – Devletin Aklı, Kadının Sabri
Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig’de dört direk kurar:
Adalet (Kün Togdı), Akıl (Ögdülmiş), Devlet (Aytoldı) ve Kanaat (Odgurmış).
Bu dört sütun üzerine hem devlet kurulur, hem yuva.
Bir kadın olarak, oradaki “kanaat”i en çok ben anlarım.
Çünkü kanaat, Türk kadınının ocağını ayakta tutan sabırdır.
Erkek adaletle düzeni kurar; kadın kanaatle o düzeni korur.
Ve işte bu yüzden, Yusuf Has Hacib’in metni sadece bir siyasetname değil,
aynı zamanda bir hayat öğretisidir.
“Kişi özünü bile, özünü tutsa gerek.”
(İnsan özünü bilmeli, özünü korumalı.)
Bu cümlede, hem bireyin hem milletin hem de kadının direnci gizlidir.
Divânü Lügati’t-Türk – Dilin Hafızası, Kadının Sezgisi
Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lügati’t-Türk’ü Araplara Türkçeyi öğretmek için yazdı,
ama farkında olmadan bir milletin dil atlasını çizdi.
O, kelimeleri yalnızca sıralamadı;
her sözcüğün içinde bir coğrafya, bir duygu, bir yaşama biçimi sakladı.
Ben her “sözlük”te bir kadın sezgisi ararım.
Çünkü sözü düzenlemek, anlamı sabitlemek;
çocuğa isim koymak kadar kutsaldır.
“Türk dilini öğreniniz, çünkü onların hükümdarlığı uzun sürecektir.”
Kaşgarlı Mahmud
Bu, sadece bir dil uyarısı değil, medeniyetin sırrıdır.
Dil giderse, millet de gider.
Kadın, evi bir arada tutar; dil de milleti.
Dîvân-ı Hikmet – Hikmetin Nefesi, Kadının Duası
Ve Ahmed Yesevî…
Onun Dîvân-ı Hikmet’iyle birlikte kelimeler artık
birer mızrak değil, birer dua olur.
Tekkeden eve, evden kalbe akar o nefesler.
Yesevî’nin hikmetleri, erkek dervişlerin dilinden taşsa da,
kadın gönüllerin duasında yankı bulmuştur.
O dönem kadınları, tekkelerin sessiz misafirleri değil,
duaların taşıyıcısı, hikmetin nakışçısıdır.
“Er kişidir Hak yoluna baş koyan,
Kadın da o yolda gönlünü koyandır.”
İşte o yoldaki kadın, kelimeyle ibadet eden ilk şairdir belki de…
Sözden Satıra, Taştan Kalbe
Bu dönem, sadece bir inancın değil,
bir üslubun da değiştiği zamandır.
Türk edebiyatı artık göğü aramakla yetinmez,
göğsün içine döner.
Ve o göğsün içinde bir anne kalbi, bir kadın kalemi, bir insan sesi vardır.
Yani İslamiyet’le birlikte edebiyatımız;
taşa kazınan haykırıştan, satıra süzülen yakarışa geçmiştir.
Ve bu geçişte, en çok kadın susar gibi görünse de,
aslında o derin suskunluk;
en veciz anlatımdır.
İşte bu yüzden ben bu döneme bakarken,
yalnızca bir din değişimini değil;
bir dilin dua olma serüvenini,
bir milletin kalemle yeniden doğuşunu görürüm.











