Ömer Kalaycı

FENER RUM PATRİKHANESİ VE PATRİĞİN SİYASİ FAALİYETLERİ

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

FENER RUM PATRİKHANESİ VE PATRİĞİN SİYASİ FAALİYETLERİ

 

Son dönemlerde Fener Rum Patrikhanesi ve Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos’un siyasi faaliyetleri oldukça sık yaşandı. Bartholomeos’un, Yunan Dışişleri Bakanlığı tarafından tahsis edilen araç ve uçakla yurtdışı gezilerine çıktığı, davet edildiği toplantı veya konferanslarda Lozan Antlaşmasına aykırı olarak “ekümenik” sıfatıyla karşılanması ve tanınmasının altında emperyalizm-patrikhane işbirliğini görmekteyiz.

Peki, Fener Rum Patrikhanesi Patriği Bartholomeos, yasal zeminde mi İstanbul’daki Rum azınlığın dini hakları ile ilgili faaliyet yürütmekte yoksa Türk Yunan ilişkilerinin de dışına bile isteye çıkmaktadır? Türk Dışişleri Bakanlığı, 6 Ekim 2018 tarihinde Fener Rum Kilisesi’nin tüzel kişiliğini yani haksız, yanlış, taraflı ve kasıtlı olarak ileri sürüldüğü “ekümenliğini” tanımadığını açıklarken, 16 Haziran 2024 tarihinde devlet düzeyinde hazırlanan protokole İsviçre’de imza atacak duruma nasıl geldi?

Fener Rum Patrikhanesi ve Patrik Bartholomeos’un siyasi faaliyetleri konusu, İstanbul’daki Rum azınlığın haklarıyla bağlantılı olmadığı gibi Türk Yunan ilişkileri bağlamında da ele alınacak bir konu olmayı aşmıştır. Patrikhaneye devletvari yetkiler ve Patriklik makamına da “ekümenik” sıfatı kazandırmak isteyen Batı ve ABD desteğinin olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Dolayısıyla Fener Rum Patrikhane konusu, bir din konusundan öte bir siyasi meseledir.

Deniz Berktay, “Rusya-Batı Çatışmasında Fener Rum Patrikhanesi” isimli kitabında İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin, 1453 yılından itibaren Osmanlı Devleti/Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunduğunu ifade etmekte ve Türkiye’nin Fener Patrikhanesi ile ilişkisinin uzun bir geçmişe sahip olduğunu kaynaklarıyla ifade etmektedir. Yanı sıra Berktay, adı geçen eserinde, “Fakat Türkiye’de Ortodoks dünyası ve Fener Patrikhanesi’nin tarihi, konumu ve diğer kiliseler ile ilişkileri hakkında yeterince sağlıklı ve doyurucu araştırmaların olduğu söylenemez” diyerek konunun önemine dikkat çekmektedir.

Fener Rum Patrikhane konusu, sadece Türk Dış politikasının önemli konularının başında gelmekle kalmaz yanı sıra başta Lozan Antlaşması olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş ilkelerini ve üniter devlet yapısını da son derece ilgilendirir. Uzun yıllardır Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Türkiye’nin Fener Patrikhanesi’ni sadece İstanbul’daki Rum azınlık cemaatinin değil, bütün Ortodoks dünyasının lideri olarak tanınmasını (yani Patrikhanenin ekümenik statüsünü tanımasını) ve patriğin Türk vatandaşı olma şartının kaldırılmasını talep etmektedir. Peki, patrikhanenin başında bir ABD vatandaşının gelecek olması durumunda Patrikhane kimlerin kontrolü altına girecektir? İşte bu ve buna benzer pek çok soru açıklamaya ve izaha muhtaç durumdadır.

Sorularıma doğru, net, bilimsel, sağlıklı ve doyurucu yanıtları alabileceğim, kısa zaman önce de kendilerini ziyaret ettiğim Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi Basın sözcüsü Selçuk Erenerol ve Sevgi Erenerol ’dan aldım. Sorularım, oldukça çok ve kapsamlıydı, bizler de söyleşimizi iki yazı dizisi halinde yayımlamayı uygun gördük.

Ömer KALAYCI: Patrik Bartholomeos’un Hukuk Danışmanı Avukat Kezban Hatemi, “Ekümeniklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini tehdit ediyor mu?” isimli 28 Ağustos 2024 tarihinde Euronews için bir makale kaleme aldı. Makalede, “Ekümenik” unvanının ruhani bir unvandan ibaret olduğunu ifade eden Hatemi; “Ekümeniklik kavramı, dini ve ruhani bir sıfat olduğuna göre Türkiye açısından hiçbir siyasi veya idari munzam sonucu yoktur ve olamaz. Kaldı ki, Patrik [Patrik Barthalemeos] de birçok kez basın açıklaması yaparak böyle bir taleplerinin olmadığını, bu unvanın tamamen dini ve ruhani bir unvan olduğunu vurgulamıştır. Kaldı ki, “Ekümeniklik” sıfatı; ruhani bir unvan olarak Rum Patrikhanesi Nizamnamesinde, açıkça zikredilmektedir. Patrik’in ruhani sıfatı “Kilisa-i Şarki’nin bir büyük reis-i ruhanisi” şeklinde belirtilmiş, Osmanlı Dönemi’nde Patrikhane’den sadır olan belgeler üzerinde de daima “Ekümenik Patriklik” ibaresi kullanılmıştır” ifadelerine yer verdi. Günümüzde, Fener Rum Patriği Bartholomes’un “Ekümenik, Yeni Roma’nın ve İstanbul’un Başpiskoposu ve Evrensel Patriği” unvanlarını kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selçuk Erenerol-Sevgi Erenerol: “Ekümenik sıfatının siyasi bir yanı olmadığını savunmak Türk ve uluslararası hukuktan, tarihten ve bizzat siyasetin kendisinden kasıtlı olarak bihabermiş gibi davranmaktır. Bunu anlayabilmek için öncelikle ekümenik kelimesinin ne anlama geldiğini ve tarih süreci boyunca nasıl kullanıldığını açmak gerekir. Bir kavram olarak Ekümenik, ilk olarak evrenselliği, ikinci olarak da “İmparatorluk genelinde” anlamlarını ifade eder. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu döneminde resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Hristiyanlık inancı üzerinde kararlara varılabilmesi adına konsiller düzenlenmiştir. Bu konsiller, Hristiyanlığın evrensel bir din olmasından ötürü Ekümenik Konsil ifadesiyle tanımlanmıştır. İlk konsilin 325 yılında İznik’te Konstantin himayesinde yapılmasının ardından alınan kararlar ile Hristiyanlığın İmparatorluk içerisinde temelleri atılmıştır. Ekümenik Konsiller olarak adlandırılan bu karar alım görüşmeleri, İmparatorluğun her yanından ve hatta kimi zaman dünyanın farklı yerlerinden gelen ruhanilerin katılımıyla sürdürülmüştür. Konstantinopolis’in (İstanbul) daha kurulmadığı 325 yılında toplanan İznik Konsili’nde Roma, İskenderiye ve Antakya piskoposlukları üstün ilan edilerek diğer kiliseler onlara tabi kılınmıştır. Bunun temel sebebi de İmparatorluğun en büyük şehirleri olmalarıydı. 330 yılında Konstantinopolis’in kurulmasıyla beraber ise Konstantin artık yönetimi İzmit’ten İstanbul’a taşımış olacak, başkent ilan edecek ve sonraki konsillerin konuları arasında yeni başkent kilisesinin bu sıralamaya girmesi tartışılacaktır. 381 yılında toplanan İstanbul Konsili’nde, Konstantinopolis Kilisesi Roma’nın hemen arkasında ikinci sıraya getirilerek, “Yeni Roma” sıfatıyla İmparatorluğun yeni başkenti oluyor. 451 yılında gerçekleştirilen Kadıköy Konsili’nde ise beş büyük kilise olan Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya ve Kudüs “patriklik” makamını alıyorlar. Böylelikle, İstanbul Patrikhanesi Yeni Roma sıfatıyla Roma’ya denk kabul ediliyor. Bu karar, doğal olarak, Roma ve İskenderiye’nin otoritesi ve tarihine meydan okuma olarak kabul ediliyor. 451 yılından itibaren, Hazreti İsa’nın insani ve tanrısal yönünün tartışılmaya başlaması Monofizit (Hz. İsa’nın tanrısal doğası) akımının güçlenmesine neden oldu. İskenderiye ve Antakya Patrikhanelerinin cemaatlerinin büyük çoğunluğunu monofizitlere kaptırarak zayıfladılar. Bunun üzerine, İstanbul Patrikliği 588 yılında Antakya, İskenderiye ve Kudüs Patriklerini yerel bir konsilde toplayarak kendisine Ekümenik sıfatının verilmesini sağlamıştır. Bu karar Roma tarafından kabul edilmeyip, şiddetle karşı çıkıldığı için İstanbul ile ilişkilerinin kopmasındaki ilk adım olmuştur. Burada altını özellikle çizmekte fayda gördüğümüz husus İstanbul Patrikhanesi’nin ekümenik sıfatını kullanması ve ulaştığı güce sahip olması tamamen imparatorluğun başkentinin kilisesi olması ve imparatorluktaki bütün kiliselerin buraya tabi olmasından kaynaklıdır. İmparatorluk sınırları içerisinde yıllarca bu sıfatın kullanılması ise 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle tamamen son bulmuş ve bir daha böylesine bir güce sahip olmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde İstanbul Patrikliğine verilen tanım “millet başı” olarak belirlenmiş ve Padişah’a bağlı olan bir makamla sınırlandırılmıştır. Bu demektir ki hiçbir resmi yazışma içerisinde, hiçbir Padişah Ekümenik sıfatını kullanmamış ve bu sıfatın tanımını kendi otoritesi altında kabul etmemiştir. Özellikle Fatih Sultan Mehmet tarafından geliştirilen bu “millet sistemi” uyarınca, İstanbul Patrikliği ’ne verilen haklar diğer dini cemaatlere de aynı şekilde tanınmış ve inanç hürriyetleri güvence altına alınmıştır. Özetle, İstanbul Patrikliğinin iddia edildiği gibi diğer cemaatlerden bir üstünlüğü veya imtiyazı bulunmamakta; bütün milletlere verilen haklardan yararlanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu sürecinde de, aynı günümüzde olduğu gibi, patriğin Osmanlı vatandaşı olma zorunluluğu bulunmaktaydı. Millet başı olarak verilen görev uyarınca da bütün Ortodoks tebaadan patrik sorumluydu ve bu sorumluluk uyarınca yaşanılan herhangi bir sorundan da aynı şekilde hesap vermek durumundaydı. Buna bir örnek vermemiz gerekirse, 1821 Mora İsyanı sırasında Türklere karşı yapılan katliamdan Patrik V. Gregorius sorumlu tutulmuş ve idam edilmiştir. İdam edildiği yerde bulunan kapıya “Kin Kapısı” denmiş ve o günden beri kapalı tutulmuştur. Ayrıca, Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla beraber kendi milli kiliselerini de kurduklarını görüyoruz. Bunun asli sebebi ise Katolik dünyası ile Ortodoks Dünyası arasındaki yorum farkıdır. Batı Hristiyanlığı, yani Katolik dünyası, tek bir merkez olarak kabul edilen Roma’ya, yani Vatikan’a, bağlı iken Doğu Hristiyanlığı, yani Ortodoks dünyasında, böyle bir kaide bulunmamaktadır. Doğu Hristiyanlığı anadilde ibadeti kabul eder. Bunun sebebi de İncil’i yorumlamalarından gelmektedir. Aynı şekilde Bulgarlar, Sırplar, Ruslar ve Ortodoksluğu kabul etmiş diğer uluslar da kendi bağımsız kiliselerini kurmuşlardır. Doğu Hristiyanlığı içerisinde İstanbul Patrikliğinin bu denli güçlenmesi, yeniden altını çizerek belirtelim, imparatorluğun başkenti olması ve gücünü kullanarak, baskıyla bu kararları aldırabilmiş olmalarıdır. 1923 yılına gelindiğinde ise artık ne Doğu Roma İmparatorluğu ne de Osmanlı İmparatorluğu kalmıştır. Bu topraklarda Cumhuriyet ile yeni bir rejim kurulmuş ve 1922’de imzalanan Lozan Anlaşması ile bu kurumun statüsü açık bir şekilde belirlenmiştir. İstanbul’da kalan Rum vatandaşların dini ihtiyaçlarını (ibadet, vaftiz, düğün ve cenaze) karşılamakla yükümlü bir azınlık kilisesi olarak yetki ve eylem alanları sınırlandırılmıştır. Bütün tarihsel verilere ve ispatlara rağmen, günümüzde dahi bu asılsız iddialar kamu nezdinde çarpıtılmakta ve bir propaganda aracı olarak kullanılarak halkı yanlış bilgilendirmektedir. Tarih sahnesinde çeşitli siyasal oyunlar ile kazanılmış bu güç artık geçmişin tozlu sayfalarında yer almaktadır. Ne Osmanlı Devleti ne de Türkiye Cumhuriyeti tarafından tanınmamış imtiyazlara hâsıl oldukları iddiası hukuka tamamen aykırıdır ve göz göre göre yalan söylenmektedir. Siyasilerin bu yalana iştirak etmesi bir yana; hukukçuların, hukuka aykırı beyanlarla bu yalana ortak olmaları, utanç verici açıklamalarda bulunmaları olayın ne denli politik olduğunun da ispatıdır.”

Ömer KALAYCI: Yine Sayın Hatemi’nin yazdığı makalede: “Devlet, bu tarihi ve dini unvanın kullanılmasına müdahale etmez ve tarafsızlığını korur, müdahale edenlere de gereken hukuki müdahaleyi yapar. Bizzat Patrikhane de bu unvanı kullanır çünkü kendisine Vatikan tarafından da kabul gören bu dini unvanı, kendisinin kabul etmemesi dini bir makamdan bizzat kendi dini itibarına zarar verecek bir davranış beklenmemelidir” demektedir. Peki, buradan Fener Rum Patrikhanesi ve Bartholomeos, ben Türkiye Cumhuriyeti ve Lozan Antlaşması maddelerine göre değil, Justinyen Kanunlarına göre hareket edeceğim anlamı çıkmaz mı? Bu haliyle Lozan Antlaşması’nın ilgili maddelerini de boşa çıkarmış olmuyor mu?

Selçuk Erenerol-Sevgi Erenerol: “İnsanların, Hristiyan teolojisini bilmemelerinden faydalanarak öne atılan bu iddialar, hiçbir şekilde dini ve barışçıl bir amaç gütmemektedir. Aksine, tamamen siyaseti ve milli egemenliği kontrol altına almaya çalışan bu Anayasa ve kanun tanımaz çıkışlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına tehdit oluşturmaktadır. İnanç ve din özgürlüğü, kardeşlik, toplumsal huzur maskelerine bürünmüş bu iddialar Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasına, Lozan Barış Antlaşması’na ve hukukumuza tamamıyla aykırıdır. Resmi olarak Fatih Kaymakamlığı’na bağlı olan bir kurumun yurtiçinde ve yurtdışında bu denli pervasızca temsiliyet hakkına nail olması ise modern anlamda verilmiş bir kapitülasyondur. Hukukta yeri olmayan bu adımların atılması Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve egemenlik hakkının çiğnenmesi demektir. Türk ulusunun özellikle bu temsiliyet ve ekümeniklik meselesini Hristiyan Ortodoks dünyasının “iç işi” olarak görmesi ise ortadaki tehlikeni farkına varılmamasından kaynaklıdır. Bu konunun tehlikesini şöyle özetleyebiliriz: Fener Rum Kilisesi’nin Ukrayna’ya otosefali (özerklik) vermesi konusu Ortodoks dünyasında büyük bir problem yaratmış ve uluslararası ilişkilerde sorunlar yaratmıştır. Rus Patrikliğinden ayrılan Ukrayna Kilisesi, böylelikle bağımsız olacağını zannederken Fener Rum Kilisesi’ne bağlanmıştır. Ardından 2024 yılında İsviçre’de yapılan Ukrayna Barış Konferansı’nda davetli olan Fener Rum Kilisesi Başpapazı Bartholomeos, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın yanında “Ekümenik patrik” sıfatıyla bulunmuştur. Vatikan’ın da bulunduğu bu konferansın muhatapları devletler ve tüzel kişiliğe sahip olan kurumlardı. Fener Rum Kilisesi, yalnızca bir azınlık kilisesi olarak, hiçbir tüzel kişiliğe veya temsiliyet hakkına sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen orada bulunan Dışişleri Bakanlığı makamımızın yanında böylesine bir sıfatla bulunmuş olan Fener Rum Kilisesi adeta kendini Vatikan ile bir tutarak, sui-generis (nevi şahsına münhasır) bir egemenliğe sahip olduğunu iddia etmiştir. Bu her yönüyle fiyasko bir durumdur. Bütün bunlara rağmen Fener Rum Kilisesi’ni hem Hristiyan Ortodoks dünyasına karşı bir koz olarak, hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisinde bir şehir devleti yaratmaya çalışan ABD’nin bu oyunlarına “dini ve ruhani bir sıfat” olarak yaklaşıp, bu garabet açıklamaları yapanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünü tehdit etmektedirler. Lozan Antlaşması’nın çizdiği sınırların dışına taşmaya çalışmak ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına karşı gelip Justinyen Kanunlarına göre hareket edeceğini beyan etmek ise direkt olarak yargının konusudur. Buna sessiz kalıp hiçbir aksiyonda bulunmamak da aynı şekilde suç teşkil etmektedir. Bağlı bulundukları Fatih Kaymakamlığı nasıl ki normlar hiyerarşisinin her adımına mutlak bir şekilde bağlı ise Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde statüsü açık bir şekilde belirlenmiş bir azınlık kilisesi de aynı şekilde bağlı olmak zorundadır ve tanınmayan, hukukta ve normda herhangi bir yeri bulunmayan, ayrı kanunlara bağlılığını ifade etmek cezai müeyyideye tabiidir.”

Ömer KALAYCI: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da, 2010 yılında kendisine sorulan soru üzerine; “Ekümenikliğin kendisini rahatsız etmediğini, “Ecdadımı rahatsız etmediğine göre beni de rahatsız etmez” şeklinde ifade etmiştir. Ekümeniklik kavramının kabul edilmesinin ardından hukuk sistemi, millet birliği ve eğitim birliği gibi ana kurumlarda yıkıntılar yaşanmaz mı? Bu durum Federal Devlet sistemine zemin hazırlamış olmaz mı? Yanı sıra Türk dış politika ve ulusal güvenlik ile uluslararası politika üzerinden bir tehdit oluşturmaz mı? Dünya üzerinde en fazla Ortodoks sayısına sahip olan Rusya Federasyonu ile ilişkilerimizi zedelemez mi?

Selçuk Erenerol-Sevgi Erenerol: “Aynı şekilde, siyasilerin Ekümenik sıfatı hakkında konuşurken “Ecdadımızı rahatsız etmedi” iddiaları da yanlış bilgilendirmedir. Tarihsel olarak açıkladığımız şekilde, “Ecdadımızda” bu kavram hiçbir zaman kullanılmamıştır. Ne Osmanlı Devleti ne de Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu sıfata müsaade etmemiş, hiçbir imtiyaz tanımamıştır. Buna rağmen resmi davetlerde “Ekümenik Patrik” sıfatının kullanılması, uluslararası görüşmelerde temsiliyet verilmesi, yurtiçinde denetimsiz şekilde adımlar atılmasına müsaade edilmesi tamamen suçtur. Bu iddiaların tehlikesi, dediğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğüne ve Anayasal rejimine karşı işlenen suçlardır. Vatikan’ın sui-generis yapısına benzer bir yapının Fener Rum Kilisesi’ne verilmeye çalışılması ülkemizin üniter yapısının bozulmasına, federatif bir yapıya dönüştürülmemize sebebiyet verecek bir ihanettir.”

Ömer KALAYCI: Heybeliada Ruhban Okulu, Ortodoks rahip yetiştirmenin ötesinde, Fener Rum Patrikhanesinin “ekümeniklik” iddiasını güçlendiren bir adım. Bu adımın gerçekleşmesi halinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin, bu okulda faaliyet gösterecek olan Fener Rum Patrikhanesini denetleme konusu rafa kalkmaz mı? Bu okulda Ortodoks ülkelerinden gelen rahip adayları olacak. Bu da “Ekümeniklik” iddiasını güçlendirmez mi? “Ekümenik” unvanının tanınması halinde, patrik ve diğer rahiplerin Türk vatandaşı olma şartı da ortadan kalkmış olmuyor mu? Ve bununla beraber, Türkiye’de, Türk devlet kurumlarının denetleyemeyeceği, bölgedeki Ortodoks ülkelerin siyasetine müdahale eden bir devlet içinde devletin oluşmasına olanak sağlamaz mı?

Selçuk Erenerol-Sevgi Erenerol: “Geçtiğimiz günlerde Ruhban Okulu meselesi yeniden gündeme gelmiş ve Bakanlık nezdinde yapılan açıklamalarla kendilerinin bundan rahatsızlık duymadıkları kayda geçmiştir. Öncelikle, Ruhban Okulu’nun “kapanma” iddiası yetiştirecek öğrenci bulamamalarındandır. Öğrenci bulamayan ve eğitimi durdurma kararına rağmen Milli Eğitim Bakanlığı, Ruhban Okulu’na müdür yardımcısı ataması yapmaya devam etmiştir. Aydınlarımızın(!) bile isteyerek yaptığı propaganda ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin orayı kapattığıdır. Şimdi ise atılan adımlarla görüyoruz ki Ruhban Okulu’nun statüsünü, 1949 yılında kanun tanımaz bir şekilde ABD’den getirilen Başpapaz Athenagoras döneminden bile daha ileri bir seviyeye taşımaya çalışmaktalar. Ruhban Okulu’na YÖK nezdinde bir statü verilmesi tüzel kişilik kazandırarak özerkliğin ve temsiliyetin önündeki hukuki engelleri kaldıracaktır. Hâlihazırda kanun tanımayan ve suç işleyen Fener Rum Kilisesi böylelikle tamamen resmiyet kazanacak; istediği her türlü adımı sorunsuz bir şekilde atabilecektir.”

Devam edecek…

FENER RUM PATRİKHANESİ VE PATRİĞİN SİYASİ FAALİYETLERİ

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Börü Budun Dergisi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!