Yıllarca bize “hayalperest” dediler. Haritaların üzerinde parmak gezdirip Altaylar’dan Tuna’ya bir çizgi çektiğimizde, dudak bükenler, bunu sadece şairlerin mısralarında yaşayacak imkansız bir “ütopya” sananlar oldu. Onlara göre Turan; Gökbörü’nün ardına düşüp gidilen efsanevi bir diyar, sadece gönül tellerimizi titreten edebi bir nostaljiydi. Atsız Hoca’nın satırlarında, Gaspıralı’nın dertli fikirlerinde yahut ozanların yanık türkülerinde saklı kalması gereken, gerçekleşmesi imkansız bir rüya… Oysa tarih, sabredenlerin ve inananların yanındadır. Dün, “romantik bir heves” diye küçümsenen Türk Birliği ülküsü, bugün 21. yüzyılın acımasız dünya düzeninde, Türk devletleri için artık bir tercih değil, hayatta kalmanın yegâne formülü, jeopolitik bir mecburiyet halini almıştır.
Dünya yeniden kuruluyor. Batı’nın refah toplumu çatırdarken, Doğu’nun ejderhası uyanıyor; Kuzey’in ayısı ise pençelerini yeniden bileylemekte. İşte bu devlerin tepiştiği, sınırların kanla ve barutla yeniden çizilmek istendiği bu kurtlar sofrasında, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı gerçeği bir kez daha, tokat gibi yüzümüze çarpmıştır. Artık mesele sadece “kardeşlik” hukuku değildir; mesele, enerji güvenliğidir, mesele ticarettir, mesele savunmadır, hasılıkelam mesele “beka”dır. Tek başına kalan devletlerin yutulabilir birer lokma olduğu bu çağda, Türk Devletleri Teşkilatı’nın bir tabela derneği olmaktan çıkıp, askeri ve iktisadi bir blok haline gelmesi, coğrafyanın bize dayattığı bir kaderdir.
Bakınız, Karabağ’da yaşananlar sadece bir toprak kurtarma operasyonu değildi; o zafer, Turan’ın fragmanıydı. Yıllarca masalarda oyalanan, diplomatik nezaketlerle uyutulan bir milletin, kendi göbeğini kendi kestiğinde neler yapabileceğinin ispatıydı. Siyasi iradenin “iki devlet, tek millet” şuurundan “yedi devlet, tek güç” şuuruna evrilmesi, dünyadaki pek çok dengeyi altüst edecektir. Bugun Şuşa’da okunan ezan, sadece Azerbaycan’ın değil, Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar tüm Türk coğrafyasının yüreğine su serpti. Gördük ki, biz bir olduğumuzda, “olmaz” denilenler oluyor, “yıkılmaz” denilen setler yıkılıyor.
Ancak hamaset, karın doyurmuyor; strateji gerektiriyor. Turan dediğimiz mefkûre, bugün Hazar’ın enerjisinin Anadolu üzerinden Avrupa’ya akmasıdır. Çin’den yola çıkan bir yükün, “Orta Koridor” üzerinden Londra’ya kadar güvenle, Türk’ün denetiminde gitmesidir. Kendi gümrük birliğimizi kurmadan, kendi ortak bankacılık sistemimizi oluşturmadan, dildeki birliği alfabe ile, işteki birliği ticaret ile taçlandırmadan kuracağımız her hayal eksik kalır. Bizim Turanımız, sadece kılıç şakırtılarıyla değil; fabrikaların dişli sesleriyle, laboratuvarlardaki Türk bilim insanlarının buluşlarıyla ve üniversitelerdeki gençlerimizin yazdığı kodlarla kurulacaktır. Zira devir, bilgi çağıdır ve Türk’ün kılıcı artık “ilim” ile bilenmelidir.
Bu birliğin bir diğer veçhesi de, kanayan yaralarımıza merhem olma zorunluluğudur. Bugün Doğu Türkistan’da, ata topraklarımızda yaşanan zulüm karşısında dünyanın üç maymunu oynadığı aşikârdır. Çin gibi devasa bir gücün karşısında, cılız kınamalarla sonuç almak mümkün değildir. Ancak Türk dünyası, yekvücut olmuş bir blok olarak, ekonomik ve siyasi ağırlığıyla masaya yumruğunu vurduğunda, o sessiz çığlıkların duyulma ihtimali doğacaktır. Esaret altındaki kardeşimizin umudu da, hür Türk devletlerinin gücüne ve birliğine bağlıdır.
Velhasıl kelam; bizler kökü mazide, gözü atide olanlarız. Turan, bizim için atalarımıza ödenmesi gereken bir borç, torunlarımıza bırakacağımız en kutlu mirastır. Bugün Soma’da yerin yüzlerce metre altında kömür karasıyla rızkını arayan madenci kardeşimin alın teri de, savunma sanayiinde sabahlayan mühendisin zekâsı da bu büyük yürüyüşün bir parçasıdır. Yolumuz uzundur, yükümüz ağırdır. Ama unutulmasın ki; tarih korkakları değil, cesurları yazar. Ve yine unutulmasın ki; Tanrı Dağları’ndan esen rüzgâr, Erciyes’te fırtınaya dönüştüğünde, önünde duracak hiçbir set yoktur.
Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin.








