Divan edebiyatı…
Bir rüyadır. Ama her rüya gibi hem güzel hem de ağırdır.
Sarayların gölgesinde filizlenen bu edebiyat, kelimeleri altınla tartar, cümleleri ipekle örer.
Fakat ben bir Türk kadını olarak o ışıltılı süslerin altında, kırılgan bir kalbin nabzını duyarım.
Çünkü bu şiirlerde kadın ya göklere çıkarılmıştır ya da yok sayılmıştır.
Ya mecnunun hayalindeki sevgili olmuş, ya da hiçliğin içinde bir sükût.
Dili Arapça ve Farsçadır, ama asıl hüznü Türkçedir.
Her beyitte bir naz, her redifte bir sabır, her gazelde bir bekleyiş gizlidir.
Ben bu şiirlerde kendimi görürüm.
Adı anılmayan ama varlığı her satıra sinmiş kadını.
Kadını; bir gül kadar güzel, ama o gülün dikeni kadar yalnız…
Divan şairleri “yar” dedikçe, ben o “yar”ın gözünden bakarım.
Fuzûlî’nin aşk ateşiyle yanan gönlü “aşk imiş her ne var âlemde” diye haykırdığında, o ateşi taşıyan kadının göğsünü hissederim.
Bâkî’nin sultanları bile gölgede bırakan beyitlerinde, sesini çıkaramayan saraylı kadınların iç çekişleri yankılanır.
Nedim’in İstanbul’unu süsleyen kadınlar gülüşleriyle şehri boyar; ama o gülüşlerin ardında yasaklar bekler.
Mazmunlar arasında kadın çoğu kez kaybolur.
Saç zülf olur, yanak gül…
Kadın yine adsızdır.
Yine de ben o mazmunların ardındaki hakikati görürüm:
Kaşındaki hilal vatanın göğünü hatırlatır,
Dudağındaki la’l Türk’ün kanla yoğrulmuş tarihini…
Ve işte tam burada, tarihin sessizliğini yaran üç cesur kadın çıkar karşımıza:
Mihri Hatun:
Erkek şairlerle atışmaktan çekinmez.
Onun sesinde ürkek bir ilham değil, meydan okuyan bir Türk kadını vardır.
Şöyle der bir beytinde:
“Bişneyim ben de bu meydanda sözüm var söz içinde
Nice erkek şairi mat ederim öz içinde.”
Bu, harem duvarlarını değil, zihin duvarlarını çatlatan cümledir.
Zeynep Hatun:
Sarayın değil, kelimenin kadınıdır.
Aşka gizli değil, onurlu bir dille yaklaşır:
“Âşık oldum sana ey şûh senin derdin yeler
Derdimi söylemeğe dilde vefâ kalmadı ger.”
Aşkı sadece beklemek değil, dile getirmektir onun için.
Fitnat Hanım:
Zekası keskindir, sözü ipek gibi ince.
Erkek şairlerin kadın üzerine çizdiği tek tip hayale inat, kadın duygusunu kendine göre şekillendirir:
“Dökülmüş saçların zülf-i perişan gibi amma
Ben ol perişanı gönlümde toparlarım yine.”
O hem perişan olan hem toparlayan, hem seven hem sahip çıkan kadındır.
Bu kadınlar,
“Kadın sadece ilhamdır” diyenlere karşı,
“Kadın kalemin kendisidir” diye yazdılar.
Şiirleri saraya kapatılan kadın ruhuna nefes oldu.
Türk’ün kadını ezeli direncini beyitlere işledi.
Ama yine de Divan edebiyatı benim için:
Bir saray kadar görkemli,
Bir zindan kadar sessizdir.
Ben, o sessizliği kalemimle konuştururum.
Saray duvarlarının ardındaki Türk kadınının sesini tarihe taşırım.
Çünkü ben bilirim:
Yazmayan değil, yazdırılandır kadın…
Adı anılmasa da destanı yazılandır.
Sözde susan, tarihe hükmedendir.











