Algı Operasyonlarının Gölgesinde Kalan Gerçekler
Son zamanlarda, özellikle medya aracılığıyla toplumun gündelik algısını yönlendiren sistematik bir strateji uygulanmakta. PKK’nın sözde silah bırakması, bebek katili Öcalan’ın mecliste konuk edilmesi, “terörsüz Türkiye” temalı propagandalar, yangın haberleri ve yapay krizlerle kamuoyu sistemli olarak manipüle edilmektedir. Medyada dolaşan, dikkatle seçilmiş sahneler, profesyonelce hazırlanıp servis edilen görüntüler ve halkın sinir uçlarını hedefleyen gösteriler, gerçek gündemin üstünü örtmeye hizmet ediyor.
Bu gündemler altında gölgede kalan asıl meselelerden biri, hatta en hayati olanı ise mülteci görünümlü, gerçekte ise kayıt dışı, kontrolsüz, ve organize şekilde ülkeye yayılan kaçaklar sorunudur. Bu mesele, sadece bugünün değil, yarının da toplumsal yapısını geri dönüşü olmayacak şekilde tehdit etmektedir.
Bunu söylemeye içim el vermese de gerçekler ortadadır. Yani, yanan ağaçlar Türk milletinin azmi ve kararlı tavrı ile yeniden dikilebilir. Bunu devlet yöneticileri yapmazsa halk kendisi inisiyatif alarak bir ‘’ağaç dikme seferberliği’’ ilan eder ve yeniden ormanlarımız dağlar, ovalar boyu uzanır.
Kısaca söylemek gerekirse,
‘’Her şey tarih hamurunu yoğurmuş ve şekillendirmiş olan Türk milletinin marifetli ellerindedir.’’
Terörsüz Türkiye İllüzyonu ve Medya Manipülasyonu
“Terörsüz Türkiye” söylemi, zihinleri bulandıran bir illüzyondur.
Ulusal kanallarda yayınlanan temsili görüntülerde; mikrofonlar, kameralar ve iktidar yanlısı muhabirlerin yüzlerinden dökülen abartılı sevinç cümleleriyle toplumun dikkatinin belirli yöne çekilmesi tesadüf değildir. Terör sorununu sözde “sıfırladığımız” bu yeni atmosferde, güvenlik algısı bilinçli olarak “huzur” kavramına evrilmektedir. Ancak bu “huzur”, aslında bir uyutma politikasından ibarettir.
Geçmişte acı tecrübelerimiz oldu. Yanlış anlaşılmak istemem; kim istemez terör belasından kurtulmayı? Kim istemez bu cennet coğrafyada güzelliklerin, karları delip yükselen bir kardelen gibi filizlenmesini? Ama işin iç yüzü öyle değil.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetim kademelerinde bulunan yetkililerin bizzat itiraf ettikleri dış destekli projelerin bir parçası oldukları gerçeği ortadayken, bizleri “barışın düşmanı” ilan etmeleri aynı kurgunun bir parçasıdır. Memleket, dört bir yandan millet düşmanlarınca sarılmış, Türk milleti ise adı konmamış bir savaşın içine sürüklenmiştir. Algılarla toplumu uyutmaya çalışırlarken, asıl projelerini arka planda yürütmektedirler.
Dağ yollarından, sınır hattındaki köylerden, hatta havaalanlarından elini kolunu sallayarak geçen kaçaklar engellenememekte; bazı bölgelerde ise bu kişiler resmi makamlarca kayıtlara dahi geçirilmemektedir. “Kontrol altındayız” diyen yetkililer, sosyal medya fenomenlerinin ulaştığı verilere bile yabancıdır.
Unutturulmaya Çalışılan Tehlike: Mülteci Meselesi
Türkiye, 2011’den itibaren uyguladığı “açık kapı” politikaları sonucunda dünyada en fazla mülteci barındıran ülke konumuna geldi. Resmi rakamlara göre 4 milyondan fazla Suriyeli, 1 milyona yakın Afgan, Pakistanlı, Afrikalı kaçak göçmen bu topraklarda yaşıyor. Gerçek rakamlar ise denetimsizliğün boyutları düşünüldüğünde bu sayının en az iki katına ulaştığını gösteriyor.
Toplum, bir yandan yoksulluk, işsizlik ve barınma krizleriyle uğraşırken; kaçaklar kamu kaynağından öncelikli olarak faydalanmakta, sosyal yardım kuyruklarında “vatandaş” yerine geçmekte ve tüm bunlar “insaniyet” maskesiyle meşrulaştırılmaktadır. Gerçekte ise Türk milletinin kaynakları, kim olduğu bilinmeyen gruplar tarafından sistemli olarak tüketilmekte ve istismar edilmektedir.
Kaçakların Yerleşimi ve Sessiz Örgütlenmesi
Bugün Ankara’nın Altındağ’ı, İstanbul’un Esenyurt’u, Gaziantep’in Nizip’i ve daha nice şehir merkezi, Türkçenin dahi unutulduğu “yeni mahalle yapılarıyla” donatılmış durumda. Kaçak göçmenler kendi sosyal alanlarını oluşturmuş, kendi esnaf zincirlerini kurmuş, kimi yerlerde şeriat hukukunun uygulandığı kapalı topluluklar haline gelmiştir.
Kira fiyatlarını arttıran, suç oranlarınına katkı sunan, çocuk yaşta evlilikleri normalleştiren bu yapılar denetlenmemekte, tersine “hoşgörü” politikası adı altında özendirilmekte ve desteklenmektedir.
Demografik Değişim: Sessiz Bir Toplumsal Mühendislik
TÜİK verileri, doğum oranları açısından kaygı verici bir tabloyu gözler önüne sermektedir.
Türk kadınlarının ortalama doğum sayısı 1,6 iken, Suriyeli kadınlarda bu sayı 4,3’e, Afgan kadınlarda ise 5,1’e kadar çıkmaktadır. Bu durum yalnızca bir istatistik meselesi değil; ulusal kimliğin ve demografik yapının dönüşümünün açık bir göstergesidir.
“Başlangıç” demişken… “Terörsüz Türkiye” söylemiyle eş zamanlı olarak geliştirilen bir diğer ihanet projesi de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarında sıkça vurguladığı “Türk-Arap-Kürt” ifadesi üzerinden, suni bir “ortak tarih” algısı inşa etme çabasıdır. Bu söylemin gelecekte ne gibi sonuçlara yol açabileceğini anlamak için sadece Kürt meselesine ve bugüne kadar yaşananlara bakmamız yeterlidir.
Bazı bölgelerde doğan her 10 bebekten 4’ünün yabancı uyruklu olması, sadece nüfus yapısını değil; o bölgelerin siyasetini, yerel egemenliğini, kamu kaynaklarının dağılımını ve nihayetinde seçim sonuçlarını dahi belirleyecek bir etkiye sahiptir. Bu tablo, kısa vadede göz ardı edilse de, uzun vadede telafisi çok zor sonuçlara kapı aralayacaktır.
Vatandaş Gibi Yaşayan Kaçaklar ve Devletin Sessizliği
Bu insanlar, kimliksiz ama dokunulmaz; kayıtsız ama destekli; vatandaş değil ama her türlü hizmetten faydalanabilen bir zümre haline gelmiştir. Devletin e-devlet sisteminde izi olmayan, sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan, vergi vermeyen bu insanlar; hastaneye gidiyor, okulda sıra alıyor, mahkemede ifade veriyor.
Peki bu kadar büyük bir nüfus neden görmezden gelinir? Bu sorunun cevabı, siyasetin de üzerinde bir “uluslararası planlamada” gizlidir. Avrupa’nın şartlı mali yardımları, ABD’nin Orta Doğu politikaları ve içerideki ideolojik sığ hesaplar bu sorunun asla çözülmemesi üzerine kurgulanmış olabilir mi?
Sonuç ve Uyarı: Uyanmazsak Vatanın Sahipleri Değişecek
Bizler, millet olarak, tarihi boyunca nice badire atlatmış, nice savaştan, nice yoksulluktan dimdik çıkmış bir topluluğuz. Ancak bu kez karşımızda olan tehdit, tankla gelen değil; kamyonet kasasında, bebek arabasında, valiz sırtında gelen bir işgal biçimi. Sessiz, sistemli ve geri dönüşü olmayan bir yayılma.
Bu bir komplo teorisi değil; resmi kayıtların, sayıların, gözle görülen mahallelerin anlattığı bir gerçekliktir. Mülteci meselesi, sadece bugünün ekonomik ya da sosyal krizlerinden biri değil; Türk milletinin varlığının, egemenliğinin ve istikbalinin ana sorunudur.
Unutmayalım: Bir vatanı kaybetmek, sadece sınırlarını kaybetmekle değil; o sınırlar içinde çoğunluğu kaybetmekle başlar. Ve biz şu an bu eşiğteyiz.
Bu makale, gözünü kapatmayan, dilini susturmayan ve yüreğini bu vatan için taşıyan herkese bir çağrıdır: Uyan! Konuş! Diren!
Zira susanların ülkesi, konuşan istilacılara kalacaktır.
Uğur Turgut Ilgar










