I. Türkiye’nin Tarihî Kavşağı
Türkiye, bugün yalnızca ekonomik yahut siyasal bir bunalımın değil, çok daha derin bir kimlik buhranının içindedir. Bu buhran, bir günün, bir iktidarın, hatta bir yüzyılın meselesi değildir. Kökü, Tanzimat’tan itibaren devletin omurgasından Türk kimliğinin sistemli biçimde sökülmesine kadar uzanır.
Osmanlı’nın çözülme devrinde yöneticiler, devleti kurtarmak için Türk milletini değil, “ümmeti” ayağa kaldırmaya çalıştılar. Oysa tarihin defalarca ispat ettiği bir gerçek vardır: Türk’ün olmadığı yerde devlet de olmaz. Göktürklerin Bilge Kağan’ı, “Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım” derken, bir kavmin değil bir devlet aklının manifestosunu yazıyordu.
Cumhuriyet, o büyük dağılmanın ardından bir “diriliş mucizesi” olarak doğdu. Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllardır karartılmış hakikati yeniden hatırlattı: “Bu memleketin adı Türkiye’dir, bu milletin adı Türk milletidir.”
Ancak ne hazindir ki, bu sözün ağırlığı, 21. yüzyıl Türkiye’sinde bile taşınamaz hale getirilmeye çalışılmaktadır.
Bugün “Türk milleti” ifadesi kamusal alanlarda telaffuz edilirken tereddüt eden, anayasadaki Türk tanımını tartışma konusu yapan bir zihniyet, yalnızca siyasî değil tarihî bir suç işlemektedir. Çünkü Türk kimliği, bu toprakların kurucu kodudur. O kodun silinmesi, devletin genetiğinin bozulması demektir.
II. Kimlik Krizi ve Devletin İdeolojik Boşluğu
Modern Türkiye’nin krizi, siyasî veya ekonomik zafiyetlerden önce ideolojik omurgasızlıktan kaynaklanmaktadır. Devlet, kurucu felsefesini kaybettiğinde, kurumlarını da kişilere rehin verir.
Bugün yaşanan tam olarak budur.
Eğitim sisteminden kültür politikalarına kadar her alanda “Türk kimliği” geri plana itilmiş; yerine soyut, renksiz, kimliksiz bir “vatandaşlık” tanımı geçirilmiştir. Bu, bir “demokratikleşme” değil, bir çözülme projesidir.
Atatürk’ün Cumhuriyet’i, etnik temele değil ama Türklük bilincine dayalı bir siyasal akılla kurulmuştu. O akıl, farklı unsurları Türk kimliği içinde eriten bir potaydı.
Bugün ise devletin resmî dili bile kendi kurucu dilinden utanır hale getirilmiştir. Bürokrasi, liyakatin yerini sadakate; millî kimliğin yerini cemaat aidiyetine bırakmıştır. Türk kimliği, ideolojik bir “suç” gibi gösterilmekte; “Türküm” demek, “ayrıştırıcı” bir tutum sayılmaktadır.
Bu durum, yalnızca sosyolojik değil, jeopolitik bir tehdittir. Çünkü Türk kimliği, Anadolu’nun ve çevresinin devlet kurucu enerjisidir. O enerji bastırıldığında, boşluğu yabancı akıllar doldurur. Bugün yaşadığımız şey, tam olarak budur: kimliksizlik, Türkiye’yi emperyalizmin psikolojik laboratuvarına dönüştürmüştür.
III. Tarihten Gelen İkazlar
Tarih, kimliksizleşmenin bedelini Türk’e defalarca ödetmiştir.
Göktürklerin Çin entrikaları karşısında yaşadığı dağılma, yalnızca askerî bir yenilgi değil, bir zihinsel teslimiyetin sonucuydu. Bilge Kağan, “Çinlilerin tatlı sözüne, ipekli kumaşına aldanarak Türk milleti öldü” derken, bugünün Türkiye’sine de sesleniyordu.
O tatlı söz, bugün “demokrasi” adıyla; o ipekli kumaş, “çok kültürlülük” adıyla karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı’nın son yüzyılı da aynı tehlikenin tekrarıydı.
Devleti kurtarmak adına ümmetçi, kozmopolit ve Batıcı projelere sarılan bürokrasi, sonunda hem ümmeti hem devleti kaybetti. “Osmanlılık” adı altında Türklüğü perdeleyen sistem, çöküşü hızlandırdı.
İşte Atatürk’ün en büyük devrimi, bu yanılsamayı yıkmak; devletin merkezine yeniden Türk’ü yerleştirmekti.
Ancak Cumhuriyet’in bu kurucu bilinci, 1980 sonrası dönemde yeniden aşındırıldı.
Sözde “demokratik açılım”, “kültürel haklar” veya “kimliklerin tanınması” gibi kavramlarla Türk kimliği küçültülürken, Türkiye’nin üniter yapısı delik deşik edildi.
Bugün “Türklük” kelimesi dahi anayasal tartışma konusu haline getirilebiliyorsa, bu bir fikir özgürlüğü değil, tarihî hafızanın sistematik tahribidir.
IV. Bugünün Gerçek Hesabı
Bugün Türkiye, kendi içinde sessiz bir savaşın ortasındadır.
Bu savaşın cephanesi silah değil, kelimelerdir. Üniversitelerde, televizyon ekranlarında, sosyal medyada her gün Türk kimliğine karşı yürütülen psikolojik yıpratma operasyonları, bu milletin ruhunu hedef almaktadır.
Türk kimliği “ırkçılıkla” yaftalanmakta, “milliyetçilik” kelimesi küçümsenmekte, Türk’ün tarihî meşruiyeti sorgulanmaktadır.
Oysa bu ülkenin her taşının, her harfinin, her kurumunun temeli Türk aklıyla atılmıştır.
Türk kimliğini hedef almak, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sebebini hedef almaktır.
Bu noktada “hesaplaşma” kelimesi, bir kin çağrısı değil, bir fikrî temizlik çağrısıdır.
Hesaplaşacağız; çünkü bu topraklarda devleti tarikatların, mafyaların, lobilerin eline teslim edenlerle bir hesabımız var.
Hesaplaşacağız; çünkü Türk’ün alın terini, emeğini, vergisini kendi ideolojik ikballeri için kullananlarla bir hesabımız var.
Hesaplaşacağız; çünkü çocuklarımıza tarihini unutturup yabancı ideolojilere mahkûm edenlerle, millî eğitimi yozlaştıranlarla bir hesabımız var.
Ve en önemlisi, Türk kimliğini “bir kimlikten ibaret” sananlarla büyük bir hesabımız var.
Bu hesap mahkemede değil, tarihin terazisinde görülecektir.
Çünkü Türk milleti, her ihanetin ardından yeniden dirilmeyi başarmış bir millettir. Bu toprakların hafızası, unutmamak üzere kodlanmıştır.
V. Türk Kimliğinin Devlet Aklı Olarak Yeniden Tesisi
Bugün Türkiye’nin önünde duran en büyük görev, siyasî iktidar değişiminden önce, devlet aklının Türkle yeniden inşasıdır.
Türklük, etnik bir kimlik değil; devlet kurucu ve yaşatıcı bir zihniyettir.
Bu zihniyetin dayandığı temel, adalet, liyakat, töre ve bağımsızlıktır.
Töre, Türk’ün yazısız anayasasıdır.
Atatürk’ün hukuk devleti anlayışı, aslında törenin modern biçimidir.
Bugün devletin töresi bozulduğunda, kurumlar şahısların keyfine teslim edilmekte, adalet yerini sadakaya bırakmaktadır.
Bu durumdan çıkışın tek yolu, devletin kurucu ruhuna dönmektir.
Türk kimliği yeniden merkezine alınmadıkça, Türkiye’de ne kalkınma mümkündür ne de istikrar.
Çünkü Türklük, bu coğrafyada yaşayan herkesin varlık zeminidir; üst kimlik değil, kurucu kimliktir.
Bir binayı ayakta tutan temeli “eşit” bir duvar parçası haline getirmeye kalktığınızda, bina çöker. Bugün Türkiye’nin yaşadığı budur.
Yeni bir yüzyıla girerken, bu gerçekle yüzleşmek zorundayız:
Bu devletin sahibi millettir; o milletin adı Türk milletidir.
Türk’ün töresini reddeden, bu toprakların hukukunu da reddetmiş olur.
Türk’ün adını silmeye çalışan, kendi varlık zeminini yok eder.
O yüzden diyoruz ki: Hesaplaşacağız.
Ama bu hesap, öfkeyle değil, akılla görülecek.
Kılıçla değil, kalemle.
Kavga ile değil, hakikatin soğuk ışığıyla.
Hesaplaşacağız; çünkü gelecek, kendini inkâr edenlere değil, kökünü tanıyanlara aittir.
Ve biz biliyoruz ki, Türk’ün tarihi bir tekrarın tarihi değildir; her çöküşün ardından gelen dirilişin tarihidir.
O dirilişin vakti yeniden gelmiştir.
Uğur Turgut Ilgar










