Ömer Kalaycı

TERÖRLE MÜZAKERE SÜREÇLERİ İLE FEKAETE SÜRÜKLENEN TÜRKİYE

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Türkiye uzun yıllar terörle mücadele eden ve bu mücadeleden çok deneyimli ve tecrübeler elde etmiş bir ülkedir. 1960’lı yıllarda başlayan sokak olayları sonrasında tırmanan “sağ-sol çatışmaları”, daha sonraki yıllarda çeşitlenerek, etnik ayrılıkçı ve dini fanatizm boyutlarıyla kendini göstermiştir. Yaklaşık 55 yıllık terörle mücadele tarihi ile Türkiye, önemli yanlışlıklarla birlikte bu alanda önemli doğruları da bulma ve uygulama şansı yakalamıştır. Türkiye’nin terörle mücadelesinde siyasi ve askeri kurumlarıyla koyduğu sınır; toprak bütünlüğü, laik ve üniter yapısının korunması olageldi. Türk hükümetlerinin terörle mücadelede gösterdiği azim ve kararlılık ile güvenlik güçlerinin başarılı mücadelesi terör örgütünün askeri yollardan başarıya ulaşmasının önünü kapattı. Kürt etnik kökenli vatandaşlarımız Anayasal olarak tam ve eşit siyasi haklara sahiptir ve bu vatandaşlara hiçbir yasal veya başka bir ayırımcılık yapılması söz konusu değildir. Kürtlerin Türkiye’de herhangi bir kuruluş ya da sisteme girişinin engellenmesi veya men edilmesi diye bir şey yoktur. Pek çok Kürt etnik kökenli Türkiye vatandaşı hükümet veya diğer kurumların en üst makamlarında seçilmiş veya atanmış olarak yer almaktadırlar. PKK’nın, 1978 yılında başlattığı ve giderek şiddetlendirip yaygınlaştırdığı terör süreci, 35 yıl boyunca Türkiye’yi düşük yoğunluklu da olsa savaş koşullarında tuttu. “Düşük yoğunluklu savaş” diye nitelendirilen bu dönemde, Türkiye askeri açıdan cephedeki mücadeleyi kazandı, toprak bütünlüğünü korudu ve bölücü terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu topraklarını ayırarak bağımsız bir devlet kurma amacına ulaşamadı.

1980-90’lı yıllarda Türkiye, askeri ve siyasi açıdan önemli boyutlarda dış desteğe sahip olan şiddetli ve yaygın bir terör sürecinden, askeri açıdan mücadeleyi kazanarak çıkmış ancak 2000’li yıllarda siyaset yelpazesinde “Kürt etnik temeline dayalı bir akım” bulmuştur[1]. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu temel sorun da son zamanlarda tekrar canlandırılmaya çalışılan düşük yoğunluklu savaş sürecine rağmen içerideki ve dışarıdaki bu yapının nasıl eritileceğidir.

ABD’nin Irak’ı işgali ile Irak’ın kuzeyinde başlayan fiili durumun ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin geleceği Türkiye’nin terörle mücadelesinde en önemlidir. 2007 yılında Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri muhatap almayan Türk hükümeti artık sadece Barzani ile temsil edilen Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimini değil DTP/BDP-PKK-Öcalan’ı da muhatap almaktadır. Esasen 2006 yılında başlayan ancak daha çok 2009 yazından itibaren başlatılan “demokratik açılım” ile hevesleri kabaran ancak hükümetin kamuoyu tepkisinden çekinerek geri adım atması ile hayal kırıklığına uğrayan bölücü örgüt 2010 yılında eylemlerini artırarak, basının da eylemleri abartması ile isteklerini gündemde tutmaya çalışmıştır.

AKP DÖNEMİ BİRİNCİ TERÖRLE MÜZAKERE SÜRECİNDE “DEMOKRATİK AÇILIM”

Bu bölümü, kitabımdan bir alıntı yaparak başlamak istiyorum. Terörle mücadele kapsamında müzakere sürecine koordinatörlük eden dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın temel yaklaşımı ‘silah bırakılsın, tüm çözümler konuşulur’ şeklinde olmuştur. Atalay’a göre üç unsur terörle mücadelenin parametrelerini oluşturacaktır[2]; can kaybı olmaması (terörün bitmesi dememektedir), silahların bırakılması (kapsamı belli değildir, örneğin TSK da operasyonları durduracak mıdır?) ve her şeyin görüşülmesi (pazarlığın ucunun açık olunması).

Müzakere sürecinde kamuoyuna açıklanmayan yönler olduğunu ifade etmekten çekinmeyen Atalay, meclisteki kapalı görüşmelerde bile bunların açıkça ortaya konacağını söylememiştir. Atalay’a göre daha fazla hukuk ve insan hakları ile yani kültürel bazı taleplerin karşılanması ile hükümet bu işten sıyrılacaktır. Yapılacak anayasal değişikliklerin toplumsal değişimin mecrası gereği kamuoyu tarafından kabul göreceğine inanan Atalay, çözüm sürecini genel seçimler ve yeni anayasa ile ilişkilendirmekte ve partisinin seçimden güçlü çıkması gerektiği mesajını vermiştir. Beşir Atalay’ın, başlangıçta doğru olarak tespit ettiği hususlar; bölge insanının kıskaçta olduğu, bölge insanı ile daha çok temas etmek gerektiği, halkın terör örgütünün yanında olmadığı ve isteklerinin daha çok huzur ve iyi yaşam olduğudur. Ancak iş çözüme gelinince bölge halkı değil terör örgütü özne olmaktadır. Atalay, aslında (tüm Türkiye için uyguladıkları) dönüşüm ve değişim ile her şeyin yoluna gireceğini söyleyerek aslında Türk toplumu gibi Kürt vatandaşlarımızı da uyutmayı seçtiklerini göstermiştir. Ancak bu durum sadece kamuoyu baskısını hafifletmek için iyi hazırlanmış cümlelerdir. İçişleri Bakanı Atalay, birkaç göstermelik kültürel hak ile terör örgütünün dağılmayacağını çok iyi bilmektedir. Gerçek tavizler seçimlerden sonra ve yeni anayasa sürecinde gündeme gelecek, kılıfına uydurulacaktır. Atalay’ın bilmediği PKK’nın hangi taviz verilirse verilsin asla yok olmayacağı, verilen tavizler ile artık Türkiye içinde bölücülüğün geri dönülmez kaleler kazanacağı ve Irak’ın kuzeyinde fiilen oluşan sözde Kürt devletinin önce Suriye’nin kuzeyiyle daha sonra da ülkenin Güneydoğusu ile birleşmesinin önünün açılacak olmasıdır.

Bölücü terörün talepleri ‘Kürt kimliğinin tanınmasından sonra “demokratik özerklik” çıtasına yükseltilirken bağımsızlık sözü taktik olarak dile getirilmemiştir. Beklentilerin içinde, terörist başı Öcalan’ın bir an önce hapishaneden çıkarılması da vardır. Bu taleplerin mevcut hükümetin devamına bağlı olarak 2011’de yapılacak seçimlerden önce ciddi bir karşılık bulması mümkün olmamıştır. Önümüzdeki dönemde yeni Anayasa çalışmaları ile Kürt kimliğinin siyasi ve hukuki bir kimliğe dönüşmesi için Türk kamuoyu sözde ‘akan kanı durdurma’ kılıfı ile uyutulmaktadır. Seçmenin %6’sının oyunu alan bölücü terör örgütünün siyasi uzantısı, medya ve siyasi destekle, Türk seçmeninin %94’üne kendi çözümünü dayatmaktadır[3].

Kültürel zeminde Türklerden kopamayacağını bilen bölücü terör örgütünün siyasi unsurları siyasi ve hukuki kimlik ile oluşacak zeminde bölünmenin daha kolay olacağını hesaplamışlardır. Böylece Türk-Kürt ayrışması kolaylaşacak, Kürt kimliğinin kazanımı sadece bir aşama olduğundan sıra Kürt bölgesi ve özerklik aşaması ile nihayet bağımsızlık için sözde ‘siyasi çözüm’ pazarlıklarına geçiş yapılacaktır.

AKP DÖNEMİ İKİNCİ TERÖRLE MÜZAKERE SÜRECİNDE “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” STRATEJİSİ

Her şeyden önce belirtmem gerekir ki, “Terörsüz Türkiye” stratejisi bir devlet politikası değil, siyasi iktidarın ve bileşenlerinin ileri sürdükleri siyasi bir stratejik adımdır.

“Terörsüz Türkiye” stratejisi, siyasi iktidarın bileşenleri olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından planlanarak koordine edilmiş ve 22 Ekim 2024 tarihinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM Grup konuşması ile kamuoyu gündeme getirilmiştir.

“Terörsüz Türkiye” hedefi doğrultusunda amaç; bölücü terör örgütünün kendini fesih ederek silah bırakmasını sağlamak olarak ifade edilmiştir. Bu amaç doğrultusunda İmralı’da hükümlü bulunan bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan doğrudan muhatap alınmış ve sürecin onun tarafından yürütülmesi, siyasi iktidar tarafından kabul edilmiştir. Bu maksatla, süreci yürütecek taraflar, İmralı’da hükümlü bulunan bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM), Kandil’de bulunan PKK yönetimi ve siyasi iktidarın bileşenleri olarak belirlenmiştir.

DEM Parti heyetinin diğer bileşenler ile yürütmüş oldukları süreç içerisinde, bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan 27 Şubat 2025 tarihinde PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosuna PKK’nın fesih ve silah bırakma çağrısını yapmıştır. Ardından 10 Nisan 2025’de DEM Parti heyeti ile Cumhurbaşkanı arasında Beştepe’de bir görüşme gerçekleşmiştir. Bu görüşmede, sürecin geldiği nokta ve bundan sonra neler yapılacağı, iktidarın neler yapması (hukuki düzenlemeler olarak) gerektiği konularının görüşüldüğü ve sürecin geldiği noktada mutabık ve uzlaşma içinde oldukları kamuoyuna yapılan açıklamalardan anlaşılmıştır. Bu süreç boyunca, DEM Parti heyeti başta ana muhalefet partisi olmak üzere diğer siyasi partileri de sürecin gelişmeleri konusunda bilgilendirme görüşmeleri yapmıştır (İYİ Parti ve Zafer Partisi başta olmak üzere diğer bazı partiler bu görüşme taleplerini geri çevirmişlerdir).

Yukarıda kısaca özetlenen süreç sonucunda, bölücü terör örgütü PKK 12’nci kongresini 05-07 Mayıs 2025 tarihlerinde toplamış ve alınan kararları 12 Mayıs 2025 tarihinde açıklamıştır. Açıklanan metin, süreci başlatan ve destekleyenleri memnun ederken; Anayasamızın ilk dört maddesi, 42 ve 66’ncı maddelerinin tartışma konusu yapılamayacağı hassasiyeti olan büyük bir kesimi rahatsız etmiştir.

BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜ PKK’NIN 12. KONGRE KARARLARI

Her şeyden önce belirtmeliyim ki, söz konusu 12. Kongre kararları ile yapılan açıklamada, ilk göze çarpan, karar metninin ideolojik örgüt diliyle kaleme alındığı ve kendi ideolojik varlığını haklı göstermek çabası taşımaktadır. Binlerce güvenlik görevlisi ve sivil vatandaşımızın şehit edilmesine sebep olan bölücü terör örgütünün karar metninde pişmanlık ifadesinin yer almasını ben kendi adıma beklemiyordum. Sebebi, aşağıdaki değerlendirmelerimden anlaşılacaktır.

Sözde Kongre karar metninde yer alan bir ifadede, İmralı adasında hükümlü bulunan bölücü terör örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın önderliğine vurgu yapılmış ve örgüt disiplini göstermeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda, PKK’nın örgütsel yapısının feshedilip silahlı mücadele yönteminin sonlandırılması kararının uygulanması sürecinin Abdullah Öcalan tarafından yönetileceği vurgulanmıştır. Ayrıca sözde fesih karar metninde, ana çatı örgüt olan KCK Devlet Yapılanması (Kürdistan Topluluklar Birliği) sadece Türkiye üzerinde faaliyet gösteren PKK adlı kolunun terör ve bağlantılı faaliyetlerinin sonlandırıldığı vurgulanmıştır. Oysa çoğumuzun bildiği üzere terör örgütü PKK, Türkiye içinde etkisizleştirilmiş ve silahlı örgüt kapsamında yıllar önce Suriye’ye kaydırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de fiilen yok olmuş bir terör örgütü üzerinden neyin terörle müzakere adı altında bir fesih kararı yapılmaktadır anlaşılmış değildir. Ayrıca KCK Devlet Yapılanmasında yer alan Suriye’de PYD/YPG, Irak’ta PÇDK, İran’da PJAK’ın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasına yer verilmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, açıklanan bu sözde fesih bildirisi ile bu örgüt ve terörist yapıların Türkiye nezdinde meşruiyet kazanması sağlanıyor.

Bölücü terör örgütü PKK, kongre karar metninde yer alan “… Kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı…” ifadesiyle örgüt kendisini bir özgürlük hareketi gibi tanımlamakla kalmamış yanı sıra tarihsel gerçekleri çarpıtarak sözde bir tarihsel varoluş yaratma çabası içine girişmiştir. Bölücü terör örgütü, karar metninde Lozan Barış Antlaşması’nı ve 1924 Anayasası’na atıf yaparak, Kürtlerin inkâr ve imha siyaseti sürdürüldüğünden bahsetmektedir ki, bu asla kabul edilemez. Şayet bu ifadelere, gerek meclisteki siyasi partiler gerek ise süreci başlatanlar sessiz kalırlarsa bu durum ileride ülkemiz adına, uluslararası baskı tazminat yargılama vb. olayların muhatabı olmak olasılığı/tehlikesini yaratacaktır.

Terör örgütü, bildirisinde, terörist başını “özgürlük savaşçısı” olarak nitelerken, kuruluş amaçlarını ve tarihsel süreçten kopuk bir tanımlama yapmıştır. “özgürlük savaşçısı” olarak tanımladığı terörist başsının 1968 gençlik hareketleri ve üniversite olayları sürecinden başlayarak 1978 sonuna kadar MİT’in bir elemanı, muhbiri ve kışkırtıcısı olduğu saklanmıştır. Dolayısıyla, ajan kışkırtıcı birinden özgürlük savaşçısı çıkmaz, olsa olsa başka ülke istihbarat servislerinin emrine girer ve hizmet eder. Öyle de olmuştur. Çünkü CIA ve onun yönlendirmesiyle MİT tarafından, ülkemizdeki Marksist Leninist sol düşünce akımlarını bölüp parçalayıp etkisizleştirmek amacıyla etnisite kaynaklı Marksist Leninist ve Maoist fraksiyonlar (KAWA, DDKD, PKK) kurulmuştur; Marksist Leninist ideolojide etnik temelli mücadelenin söz konusu olmamasına rağmen bu çelişkiyi kabullenmiş ve bunun hizmetkârı olmuşlardır. Çünkü o dönem ABD için en büyük tehdit SSCB olmuştur. Ve SSCB’nin çevrelenmesi amacında Türkiye’de sosyalist, Kemalist sol düşüncenin iktidara gelmesinin engellenmesi bir zorunluluktu. (ABD, bu amaçlarla sol hareketleri bölüp parçalarken, 1960’li yılların ikinci yarısından itibaren de milliyetçi Türkçü ülkücü kesimi İslamcı anlayışa yani Türk-İslam sentezi ideolojisi içine sokmayı başarmıştır.)

Dolayısıyla bölücü Kürtçü terör örgütü PKK’nın, 27 Kasım 1978’de kuruluşunun temelinde yukarıda açıklanan ABD’nin çıkar ve amaçları yer almaktadır. Hemen akabinde ise dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher önderliğinde dünyaya dayatılan küreselleşme yeni liberalizm “yenidünya düzeni” yolunda Ulus Devletlerin varlığı tehdit olarak kabul edilmiştir. Böylece Ulus devletler içindeki etnik ayrılıkların körüklenerek ulus devletlerin parçalanması küçük devletçiklere ayrıştırılması strateji olarak kabul edilip uygulanmıştır. PKK’nın kuruluş maksadı ve hamisinin kim olduğu apaçık ortada dururken, Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanet ederek, tarihsel gerçekliği saptırarak kendisini sözde özgürlük savaşçısı gibi göstermesi asla kabul edilemez. Burada dikkat çekilmesi gereken iki nokta vardır. İlki, ABD ve TSK komuta kademesinin kolektif işbirliğinde gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında PKK’ya hiç dokunulmamış olması, Abdullah Öcalan, Duran Kalkan ve yanlarındaki birkaç kişiyle Gaziantep il sınırından Suriye’ye kaçışlarının nasıl ve kimler tarafından organize edilmiş olabileceği hususudur. İkincisi, ulus devletler içindeki etnik ve dini kimliklerin kışkırtılarak ulus devletlerin parçalanması stratejisini, darbe sonrası sıkıyönetim koşullarında askeri yönetimin yapacağı baskı uygulamalarıyla olgunlaştırıp ardından sivil yönetime geçilince de PKK’nın güya haklı gerekçeleri varmış gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı Kürt kökenli yurttaşlarımızın sözde savunucusu olarak terörist eylemlerde bulunmasının önünü açmış, desteklemiş ve korumuş olmasıdır. Çünkü 15 Ağustos 1984’de Siirt-Eruh ve Hakkâri-Şemdinli’de gerçekleştirilen eylemler ve sonrasında “Kürt halkına Kürt oldukları için eziyet” edildiğine dair söylemlerinin en büyük dayanağı olarak, askeri darbe sonrasında Diyarbakır Cezaevinde tutuklu ve hükümlü olanlara yapılan uygulamalar olarak dile getirilmiş ve terör eylemleri boyunca bunu temel kanıt olarak kullanmışlardır. Tüm bu gerçekler bölücü terör örgütü PKK’nın, ABD’nin bölgesel stratejik çıkarları doğrultusunda kurulan ve başta Türkiye’yi siyasi, ekonomik olmak üzere pek çok alanda zayıflatma adına kullanılan bir terör örgütüdür.

Özetle, KCK Devlet Yapılanması oluşumunun Türkiye ayağı bölücü terör örgütü PKK, 12. Kongre karar metninde belirtildiği gibi Cumhuriyet’in kuruluş yılına uzatılan bir özgürlük hareketi değil ABD’nin dünya egemenliği amacıyla kurdurulan beslenen büyütülen yüzlerce taşeron terörist yapılanmalardan sadece biridir.

Bildiride, “… 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı…1990’li yılların koşullarında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kürt sorununu siyaset yoluyla çözme arayışı gelişti…” ifadelerine yer verilerek terör örgütü olduğu gerçeğini unutarak ABD’nin küreselleşme ve ulus devletlerin parçalanması stratejisinin bir maşası olduğu gerçeği gizlenmek istenmiştir. Takdirle bahsettiği Turgut Özal’ın, askeri darbenin muhatabı olan hükümetin başbakanlık müsteşarı olduğu, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının planlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu ve buna rağmen darbe sonrasında kurulan hükümetin de tüm ekonomi programının yürütülmesinden sorumlu başbakan yardımcısı olarak kabinede yer aldığını ve tüm bunları ABD’nin yaptırdığını, ardından da sivil siyasete dönülünce (06 Kasım 1983 seçimleri) Özal’ın partisinin birinci parti olması ve Özal’ın başbakan olmasının ardında hep ABD desteğinin olduğunu tespit etmek gerekir.

Turgut Özal, ABD’nin ulus devletlerin parçalanması stratejisinin Irak projesinde aktif rol almak istemiş ancak Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Güvenlik Kurulu (MGK) bu siyasete dur demiş; komşu bir ülkenin dış askeri müdahale ile parçalanarak işgal edilmesine ortak olmak istememiştir. Irak’a yapılan o askeri müdahale sonrasında, Irak parçalanma sürecine girmiş, 36’nci paralelin kuzeyi Irak egemenlik alanından çıkarılıp çekiç güç kontrolüne verilmiştir. Irak ordusunun bölgede kalan ağır silahları ve askerî ağırlıkları PKK kontrolüne geçmiş ve bu bölgede çekiç güç eliyle PKK eğitilip donatılıp kullanılmıştır. Çekiç Güç’ün, terör örgütünü lojistik istihbarat ve harekât yönünden destekleyen faaliyetlerini tespit eden ve bunu önlemek için plan program yapan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis 17 Şubat 1993 tarihinde uçağının düşmesi/düşürülmesi sonucunda şehit olmuştur.

1990’lı yıllar, Türkiye Cumhuriyeti’nin etnisite temelinde ayrıştırıldığı; Laik demokratik sosyal bir hukuk devleti, üniter devlet, tam bağımsız antiemperyalist duruş, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan aydınların, İslam dinine farklı bakış açısıyla yaklaşan laik ilahiyatçı düşünürlerin, devlet içinde önemli görevler üstlenmiş asker sivil bürokratların, önemli iş insanlarının, farklı dünya görüşüne sahip gazeteci ve yazarların faili meçhul suikastlar sonucu öldürüldüğü karanlık yıllar olmuştur.

ABD, Türk Ulus Devletini parçalayıp Türk-İslam sentezine dayalı ılımlı İslam devletine dönüştürmek ve bu yolla siyasal İslam’ı iktidar yapmak istemiştir. Burada, Türk-İslam sentezi anlayışının, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından MGK tarafından yürürlüğe konan politika olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Yani hiçbir şeyin tesadüf olmadığı gibi uzun vadeli, ayrıntılı bir plan, proje ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla bölücü terör örgütü PKK bu süreçte, çekiç güç eliyle teçhiz edilerek ABD’nin ülkemiz üzerindeki amaçları doğrultusunda maşa olarak eylemlerde bulunmuştur. Bu terör eylemlerinde de en çok adına “özgürlük mücadelesi” verdiğini iddia ettiği Kürt kökenli yurttaşlarımız zarar görmüştür. Örgütün eylemleri 1998 yılına geldiğinde güvenlik kuvvetleri tarafından etkisizleştirildi ve tükenme noktasına getirilmiştir.

Türk Ordusu tarafından sahada teröriste karşı kazanılan başarı, bölge ülkeleri üzerinde yürütülen diplomasi ile siyasi başarıya dönüştürüldü ve bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan ne Suriye’de ne Rusya’da ne İtalya’da ne Yunanistan’da ne Kenya’da barınamaz duruma getirildi ve hamisi ABD tarafından paketlenip Türkiye Cumhuriyeti’nin şefkatli kollarına teslim edilmek zorunda kaldı. Sürecin ve gerçeklerin bu olmasına rağmen bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’da teslim edilmesini uluslararası komplo diyerek kendilerine pay çıkarma çabaları beyhude çabalardır.

Bahsi geçen bildiride, “… Apo, Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması’nın ve 1924 Anayasası’nın öncesini referans alarak, ortak vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öge olduğu demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve demokratik ulus anlayışını çözüm çerçevesi olarak benimsedi…” ifadesiyle Türkiye Cumhuriyetini yok sayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki adem-i merkeziyetçi özerk bölgeler içeren idari yapılanmasına atıfta bulunarak federasyon talebini yinelemiştir. Taleplerin asla ve kat’a kabul edilmesi dahi düşünülemez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası madde 66’da “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” demektedir; yine Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demektedir. İkisini birlikte düşündüğümüzde: gönüllü aidiyete dayalı, etnisiteden arındırılmış, ortak ve eşit yurttaşlık temelinde bir millet tanımı yapılmış ve üst kimlik olarak da Türk milleti kabul edilmiştir.

Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının da kendi öncülleri ve özgürlük savaşının bir parçası olduğunu “…cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanları, 1000 yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak ortak vatan ve eşit yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir…” ifadeleri ile söylemeye çalışmaktadırlar. Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının sonuncusu Dersim isyanıdır ve tarihi 1937-1938’dir. Bu tarihten 1984’deki PKK’nın Eruh/Şemdinli baskınına kadar hiçbir isyan söz konusu olmamıştır. Dersim isyanı ve öncesindeki isyanların tamamının özünde, feodal beylerin feodal güç ve nüfuzlarını merkezî devlet otoritesine devretmekten kaçınmaları daha doğrusu feodal yapının devamlılığını isteme amacı yatmaktadır. Çünkü kulluktan eşit yurttaşlığa geçen insanlarımızın, feodal yapının eşitsizlikleri ve yaratmış olduğu feodal kulluktan da kurtarılması gerekmektedir. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu amaçla memleketin her karış toprağında köyünde kasabasında ilçesinde ilinde devlet otoritesini tesis edip cumhuriyet nimetleri ile yurttaşları buluşturma çabası içindedir. İşte bu çaba, feodal beylerin varlıkları ve nüfuzlarını sürdürmek konusunda tehdit oluşturduğu için bu feodal beylerin birlikte veya bölgesel olarak devlete karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarının özü budur.

Cumhuriyet dönemindeki Kürt isyanlarının büyük bölümü dış bağlantılı olup, küresel aktörlerin destekleriyle gerçekleşmiştir. Bunlardan iki tanesi vardır ki, hem dönem itibari ile hem de dış destek bağlantısındaki ülkelerin aldığı roller ile oldukça önemlidir. Birincisi, 13 Şubat 1925 tarihinde Piran köyünde başlayan Şeyh Sait İsyanı, tam da İngiltere ile Musul Kerkük sorununun çözüm görüşmeleri sırasında olmuştur. Türkiye’nin kendi içindeki isyanla uğraşıp Musul-Kerkük konusunda etkisiz kalmasını sağlamak, İngiltere’nin “Türkiye kendi içindeki Kürt yurttaşlarının rızasını alamamış onları idare etmekten acizken Musul Kerkük’teki Kürtleri nasıl idare edebilecektir” söylemine dayanak oluşturmak amacıyla çıkarılmış bir isyandır.

İkincisi Dersim İsyanı 1937-1938 yıllarında olmuştur. Bu isyanda da Fransa ile Hatay sorunu vardır. Fransa Suriye’deki mandacılığını sonlandırmış ve Hatay’ın durumu belirsizliğe girmiştir. Hatay’ın bir oldubitti ile Suriye’ye katılmasını sağlamak için Dersim isyanı çıkarılmıştır. Maksat yine aynıdır, Türkiye’yi içindeki isyan ile uğraştırarak Hatay ile ilgilenmesini önlemek ve Hatay’ın Suriye’ye katılmasını sağlamaktır. 1938’den günümüze kadar hiç Kürt isyanı çıkmamasının altında yatan gerçek: tüm Kürt isyanları, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında egemenlik arayışı ve çıkarı olan devletlerin desteği ve kışkırtmasıyla çıkmış olmasındandır.

Bahsi geçen bildiride, “…PKK katı Kürt inkârının, buna dayalı imha siyasetinin, soykırım ve asimilasyon politikalarının egemen olduğu koşullarda şekillendi. 1978’den başlayarak yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle Kürt varlığını kabul ettirmeyi ve Kürt sorununun Türkiye’nin temel realitesi olarak görülmesini esas aldı…” cümleleriyle hayalî olarak kendi karanlık tarihine anlam kazandırma çabası içine girmiştir.

PKK’nın, bu sözde “fesih ve silah bırakma” kararının ardındaki temel amaç ve hedefinin ne olduğu ise bildirinin, “…Halkımızın kadınlar ve gençler öncülüğünde, yaşamın her alanında öz örgütlerini oluşturması, dilleri, kimlikleri ve kültürleriyle kendine yeterli olma temelinde örgütlenmesi, saldırılar karşısında kendini savunur hale gelmesi ve seferberlik ruhuyla komünal demokratik toplumu inşa etmesi hayati önemdedir. Bu temelde Kürt siyasi partilerinin, demokratik örgütlerinin, kanaat önderlerinin Kürt demokrasisini geliştirme ve Kürt demokratik uluslaşmasını sağlama yönündeki sorumluluklarını yerine getireceklerine inanıyoruz…” cümlelerinden anlaşılmaktadır. Yani silah bırakma ve PKK faaliyetlerini sonlandırmanın altındaki amaç ve hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin maddi manevî tüm kaynakları ile sosyal kültürel siyasal ve ekonomik gelişimlerini sağlayıp ardından federal cumhuriyet talep edip federal cumhuriyetin “Kürt Federe Devleti” parçasını ilan etmektir.

Bunu görmemek için insanın, tüm akli ve düşünsel melekelerini yitirmiş olması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti devletini yöneten siyasi iktidar ve yönetmeye talip olan muhalefet partileri başta olmak üzere tüm siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri, iş dünyası, üniversiteler ve vatan sevgisini kaybetmemiş tüm yurttaşlarımızın bu durumun farkında olması ve buna karşı nasıl bir duruş göstereceğini açıkça ilan etmesi gerekmektedir.

Bu duruşu uzaklarda aramaya gerek yoktur, Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda gösterdiği hedefe etnisiteden arındırılmış milli birlik ve beraberlik duygusu ve zamanın ruhuna uygun çağdaş demokratikleşme ve laik hukuk devleti olma iradesidir bu duruş.

Sonuç yerine; Bölücü terör örgütünün açıkladığı 12. kongre kararlarının ana fikri, adım adım federalizme yürümek ve Kürt Federe Devletini ilan etmektir. Irak’ta olduğu, Suriye’de olmakta olduğu, İran’da olacağı öngörüm gibi. Bunun ardından da başta ABD ve İsrail olmak üzere küresel güçlerin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi kapsamında, sözde “Büyük Kürdistan” veya sözde “Kürt Konfedere Devletini” ilan etmeyi nihai amaç olarak benimseyen bir PKK’nın fesih süreciyle, daha doğrusu “oyunu” ile karşı karşıyayız.

[1] Fikret Bila: İdeolojik Kodlarıyla Kâğıt Üzerinde PKK, (2004), s.280.

[2] Kanal7: Beşir Atalay İle Teröre Çözüm, Başkent Kulisi Programı, (09 Ekim 2010; 11.00-12.30).

[3] Ümit Özdağ: Türkiye’de düşük yoğunluklu çatışma ve PKK, (2010,) s.13.

TERÖRLE MÜZAKERE SÜREÇLERİ İLE FEKAETE SÜRÜKLENEN TÜRKİYE

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Börü Budun Dergisi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!